Ana içeriğe atla

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar


Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu:


“Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.”


Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiyakıyla yapıldığına ve son olarak bu duyurunun yalnız vatandaşlara veya yalnız düşmana değil, hem düşmana hem içeriye hem de tüm dünya milletlerine yönelik bir ilan olduğuna dikkat ederek tekrar okumanızı rica ediyorum.


Evet; ölçü buydu, buna inanmışlardı, yüzyıllardır böyle yaşamışlardı ve böyle yaşayacaklardı.

Ölçü, Yaradan’ın nizamının elbet galip geleceği inancı üzerinde kurulmuştu.

Asıl mesele ise bu hakikate hizmet edebilme şerefine nail olabilmekti.


Yani elbette Hakk batıla galip gelecekti ancak asıl soru, bizler bununla şerefyâb olabilecek miydik.


Bu ölçü Bedir ve Uhud’da vardı, İstanbul’un fethi müjdesinde vardı. Tuğrul ve Çağrı Beyler ile Alparslan’ın yolunda vardı. Alaaddin Keykubat’ın, Selahaddin’in, Osman’ın, Orhan’ın, Yıldırım’ın, Yavuz’un, Kanuni’nin ve Abdülhamid’in yollarında hep bu ölçü vardı.


Allah’ın dediği olacaktı.


Nasıl ki Bedir’de Hazreti Peygamber, ellerini kaldırıp Rabbine 

“Allah’ım bana vaadini yerine getir, bana zafer nasip et. Allah’ım eğer sana iman etmiş bu topluluğu da helak edersen artık yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak.” 

diye yakarırken yanına gelen Hazreti Ebubekir, “Allah Teala sana olan vaadini mutlaka yerine getirecektir.”

demişse aynı iman ve inançla yüzyıllar boyunca yürünmüş, Haçlı Seferleri’ne karşı dururken de zalimle vuruşurken de Müslüman kanıyla sulanan Kudüs geri alınırken de “Bir sengine yekpare Acem mülkü feda“ İstanbul fethedilirken de aynı iman ve inanç taşınmıştır.


Muhakkak Allah‘ın dediği olacaktır. Mesele, bizim bu müjde ile müjdelenmiş olup olmadığımızdır. Bunu belirleyecek de bu yolda verilen emektir.


İşte o gün de inandığımız, iman ettiğimiz şey, asırlarca İ’lay-ı Kelimetullah sancağını taşıyarak şerefine şeref katmış, tarihi zaferlerle dolu yüce Türk milletinin istiklaline kavuşacağıydı.

Türk’ün istiklaline, kadere iman eder gibi iman etmiş, yazgı bilmiştik.


İşte yurdun her yanı işgal altındayken bir avuç vatanseverle ordusuz, silahsız kurulan mecliste dahi bu yüzlerce yıllık inanç; daha ilk konuşmada ifade ediliyor, bu kaçınılmaz akıbete hizmetle şereflenme coşkusu gönüllerde makes buluyordu.


Ardından ifade edilen; bu yazgıyı yazma, ona hizmet etme iradesini bizzat meclisin göstereceğiydi.

Yani meclis; bir danışma meclisi yahut önüne gelen yasayı içeriğine değil kimin getirdiğine bakarak onaylayan adeta bir noterler kurulu olmayacak, bizzat ülkeyi yönetecek ve ileride hareketin önderini dahi sorgulayacak kadar iddia ve aksiyon sahibi olacaktı.


Konuşmadaki son dikkat çeken husus ise bu ilanın tüm cihana matuf olmasıydı.

İslam’dan önceki asırlarda tüm dünyaya adaletle ve merhametle hükmetme mefkûresini taşıyan, sonrasında da bu ülkü ve ideali İslam’la taçlandıran Türk milletinin 20. asırdaki şerefli seçkinlerinden de ancak bu beklenirdi.

Yalnızca bu konuşma bile, Türk cihan hakimiyeti mefkûresinin 20. asırdaki tezahürü olmaya yeterdi.


Bakıldığında kelimelerin özenle seçildiği görülüyor.

Pekala yalnızca mazlum ve umutla bekleyen Türk milleti muhatap alınabilir veya o gün tüm medeniyetsizliği ile üzerimize çullanmış düvel-i muazzama ve ona teşne hainlere de yapılabilirdi bu ilan.

Oysa bütün cihana ilan edilerek bu saydıklarımızla beraber tüm dünya milletleri muhatap alınmıştır ki bu sayede hem Türk milletinin işgal altındayken dahi meşverete, temsile, bugünkü anlamda demokrasiye verdiği önem ilan olunmuş hem de o günkü mazlum milletlere bir umut ışığı yakılmıştır.

O günlerin devamında gelen tebrik telgrafları ile umut dolu mektuplar da bunun işaretiydi.


İşte bugün sahip olduğumuz, demokrasimizin kıblegâhı ve millî iradenin tecelligâhı meclisimiz, bu inanç, bu vizyon, bu misyon ve bu coşkuyla açıldı.


Bu kıymetli günle ilgili söylenecek onlarca söz varsa da en güzelleri henüz söylenmemiş olanlardır.

Yine de böylesine kutlu günleri anmanın en güzel ve etkili yolunun çok çalışmak olduğuna inandım hep.

Bu yüzden modern bir kutlama şekli olarak resmi tatiller olsa da bireysel çalışmaların da en çok bu günlerde yapılması gerektiğini savundum ömrüm boyunca.


Bu vesileyle bir rahatsızlığımı da ifade etmek isterim.

Öncelikle inanıyorum ki kendisinden önceki destansı mücadeleyi toplumsallaştırarak bütün ulusa yayan, teşkilatlandıran, merkezileştiren ve adeta şahlandıran bu kutlu günü, geleceğimizin teminatı çocuklarımıza emanet ederek millî bayram olarak kutlamak hem çok kıymetli hem de Türk milletinin yüce gönlünün, vizyonunun ve ileri görüşlülüğünün işaretidir.


Ancak yine de bu günün tarihî bağlamından soyutlanarak adeta bir “çocuk festivali” “çizgifilm karnavalı” olarak kutlanmasını doğru bulmuyorum.


Elbette her meselede “büyük oyun” arayacak kadar paranoyak değilim, olmamalıyız. Ancak yine de önceki senelerde “kutlu olsun”dan öteye geçmeyen niyetlerle yapılan kutlamaların sahiplerinin de katıldığı bu “çocuk karnavalı” havası hoşuma gitmiyor.

Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinde attığı teşkilatçı, merkeziyetçi, toplumsallaştırıcı ve millî bu adımı çocuk bayramı ilan etmekten murat, bu değerlerin gelecek nesillere aktarılmasıdır. Bu yönüyle de bu armağan çok değerlidir.


Ancak 23 Nisan 1920 tarihi, çocuk bayramıyla daraltılmamalıdır. 

Bugün en millî STK’lerimiz bile bu hataya düşmektedir.


Son söz olarak:

Biz gençler; bahsettiğimiz ve yüzyıllarca süregelen inançla daha çok çalışmalı, karakteri yüksek, mazisi zaferlerle ve medeniyetle bezenmiş yüce Türk milletini daha da yükseltecek, sayısal ve sosyal bilimlerde çağdaş uygarlıkların üzerine çıkaracak çalışmaları yapmaya her zamankinden daha mecburuz ve her zamankinden daha azimli, şevkli, istekli olmalıyız.

Türk gençleri olarak bizler, milletimize ve bilime aşkla bağlı kalmalıyız.

Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.


Türk milletinin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.

Ulu Önder Son Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK ve Millî Mücadelemizin tüm kahramanlarına minnet ve derin hasretle…

                                                  Ahmet Şahin TOPBAŞ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende