Ana içeriğe atla

Eylül’den Temmuz’a




 2016 yılının bir Eylül günü, Güneş hayli yakıcıydı. Buralarda kışın çok çetin geçtiğini söylüyorlardı ama yaz da coğrafyadan beklemediğim kadar dehşetengizdi. Telefonum ilk sıcaklık uyarısını bu günlerde vermişti.

 Beton ve kaplama camlardan yansıyan Güneş ışıkları şehri daha da ısıtıyordu ya da gözümüze çarpan ışıklar belki bize öyle hissettiriyordu. Neyse ki kursun içinde klimalar tam performansla çalıştırılıyordu.

İlginçtir öyle dizayn edilmişti ki bizde çoğu plazada yaşanan klimayı çok sevenle rahatsız olan arasındaki gerginlik, buralarda çok karşılaşılan bir şey değildi. Ama kursa gitmeme daha vardı. O yüzden bu yakıcı sıcağa katlanacaktım bir süre daha.

1970 tarihiyle damgalanmış kaldırımlarda yürürken yanımda; benim bir buçuk katım uzunlukta, Latin Amerika esmerliğinde, omuzları geniş ama vücutlu olmayan bir arkadaşım vardı.

Tavsiye edilenin aksine genellikle göbek önde göğsü geride yürürdü. Zaman zaman kendince tutturduğu ritimle ıslık çaldığı olurdu. Bizdeki gibi ‘‘sokakta ıslık çalınmaz’’ diye bir kuralları olmadığını, ilk zamanlarda garip bulduğumda kendisi söylemişti.

Diego, aslında İngilizce öğrenmek için hayli kısıtlı vakitle gittiğim Kanada’da konuşkan bir tip olmamasıyla o sıralar çok da işime yaramıyordu. Ama sanıyorum Brezilya’lı olduğundan, sınıftaki çoğu kişiden daha sıcak kanlı bulmuştum onu.

Evet, bir insan hem konuşkan olmayıp hem de sıcak kanlı olabiliyordu.

Onunla sohbet etmenin keyifli olduğundan bahsederken duygusallaşıp birden ağladığında bunu fark etmiştim. Maalesef Diego ağlarken kalbinin güzelliği yüzüne yansımıyordu. Elbette ona bunu hiçbir zaman söylemedim.

Biz, Toronto’da, Dünya’nın en uzun caddesinde yürürken birden aklıma, sabah Twitter’da okuduğum bir şey geldi.

Diego’ya dönüp, ‘‘Hey bro! Bugün okudum da Brezilya’nın Bağımsızlık Günü’ymüş, kutlu olsun, tebrik ederim’’ dedim. Diego’nun yüzünde mimik oynamamıştı.

Sonrada araştırdığımda öğrendiğim 3 yıllık bağımsızlık mücadelelerini pek önemsememişti anlaşılan.

Yüzüme baktı, kaşları, daha önce kimseden duymadığı ama aynı zamanda önemsiz bir şeyi duymuş bir tavırla, hafifçe kalktı. ‘‘Neden söyledin ki bunu?’’ der gibi bir hali vardı. ‘‘Teşekkür ederim Hamet ama bu o kadar önemli bir şey değil’’ dedi. Evet, Diego Ahmet diyemiyordu ama benim o anda şaşırdığım başka bir şey vardı. Yüzümdeki garipsemeyi görünce kısa bir açıklama yaptı:

-Bu bizim için o kadar önemli değil, Portekiz günü gelince bize bağımsızlığımızı vermiş biz de almışız.

-Eminim sizinkiler de bir şeyler yapmıştır, diyebildim sadece.

Ama Diego pes etmiyordu:

-Yok gerçekten önemli değil, ama yine de teşekkür ederim.

Hayatımda ilk kez yaşadığım bir duyguydu, bir ülkenin bağımsızlık gününü kutladığım için utanmıştım. O an hafızamda Kurtuluş Savaşı’yla ilgili biriktirdiğim ne kadar görsel varsa film şeridi gibi geçti önümden. İstiklal Marşıyla açılıp kapanmıştı yayın. Sonda da ellerini arkada birleştirmiş Gazi Paşa…

‘‘Tamam’’ dedim. ‘‘Bizim için çok önemlidir de o yüzden kutladım.’’ Deyip hızlıca başka konuya geçtim.

Biraz önceki film şeridini bütün gün yavaşa sarıp yeniden izledim. Her bir karede gurur duydum.

Hücuma kalkan askerler, taramalı tüfekler, bomba taşıyan, mermi dizen kadınlar, mecliste kalkıp inen eller, meclis açılışında edilen dua, bayraklar, İzmir’e giriş tablosu, paşalar, erler, mezun veremeyen liseler, üniversiteler ve Kocatepe’de Mareşal Mustafa Kemal…

Bize; bahşedilmiş değil, söke söke alınmış bir istiklal kazandırmış nice kahramana minnet duydum tüm gün.

Bugün 4 Temmuz.

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin yayınlanarak 13 koloninin, Büyük Britanya Krallığı’ndan ayrılıp bağımsızlıklarını ilan ettikleri gün.

Her yıl neşeyle kutlarlar. Bizce de kutlu olsun. Bağımsızlık bizim için en kutsal şey çünkü.

Bizim inancımızda esir topraklarda ibadet dahi kabul olmaz, Cuma namazı kılınmaz. Biz Türkler ‘‘Bağımsızlık benim karakterimdir.’’ diyen bir liderin yanında, 7 düvele karşı durup dev gibi bir orduyu yendik.

‘‘Kutlu olsun’’ deriz. Çünkü biz; yendiği ordu, nazlı Hilal’i ayaklar altına alıp kaçarken, önüne serilen düşman bayrağını çiğnemeyecek kadar yüksek şahsiyetli bir askerin, mensubiyetini hayattaki yegane üstünlüğü saydığı bir milletin, Türk milletinin çocuklarıyız.

Bugün 4 Temmuz 2020.

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde bir cümle yazar,

“Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz”

1776’da bağımsızlık bildirgesine bunu yazan milletin çocukları, o günden tam 227 yıl sonra bir hata yaptı

Tarih 4 Temmuz 2003. Yer, Süleymaniye-Irak.

Türk karargahına bir grup çapulcuyla birlikte baskın yapan Amerikan askerleri, şerefli Türk askerini, tutuklayıp başlarına çuval geçirerek bindirdiği açık kamyonetle  Irak sokaklarında gezdirmek ve 60 saatlik sorguya tabi tutmak suretiyle küçük düşürmeye çalıştı.

227 yıl sonra Ulusal Bağımsızlık Günü’nde kendi sözlerini çiğneyen Amerikalılar, bunu elbette Şubat’ta geçmesini dört gözle bekledikleri  ‘‘1 Mart Tezkeresi’’nin TBMM’de reddedilmesinin rövanşı olarak yapmışlardı. Ve günlerden Cuma’ydı.

Bugün 4 Temmuz 2020.

Aradan tam 17 yıl geçti. Gündem yoğun, geçen yılki kadar bahsedilmedi 2003’teki bu hatadan.

Ama biz unutmadık. Türk genci, hiçbir zaman unutmadı.

Bizim Ege köylerimizde onlarca yıllık zeytin ağaçlarımız vardır. Biz zeytin dalının ne olduğunu çok küçük yaşlarda öğrendik. Berekettir, üretimdir, sabırdır, inançtır, ümittir, kutsaldır bizim için zeytin dalı.

Ancak biz; Ulu Önder’in  tarif ettiği ‘‘Zaferleri ve geçmişi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber uygarlık nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu’’nun barışın teminatı  olduğu kadar savaşın kartalı olduğunu biliyor ve inanıyoruz.

Ve buradan ifade ediyor, hatta haykırıyoruz ki; Türk ordusu, yalnızca 2229 yıllık geçmişi olan silahlı askerlerinden değil, aynı zamanda yüreği her daim kor, gözleri her an parlayan eğitimcileri, sağlıkçıları, hukukçuları, emekçileri, mühendisleri, sanatçıları, mimarları ve genç, yaşlı, kadın, çocuk her bireyiyle dimdik ayakta ve şerefi saydığı vatanını ve uğruna yaşadığı irade hürriyetini muhafazaya her daim muktedirdir.

Bizim inancımızda vatanı için çalışırken ölen kaybetmez, insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek rütbeyi kazanır.

Biz Türk gençliği, istiklalin ve hürriyetin kıymetini çok iyi bilerek üstün bir gayretle çalışıp üreterek ülkemize faydalı olma amacıyla ilerliyoruz.

Biz bir duanın emanetçileriyiz:

‘‘Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın.’’

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende