Ana içeriğe atla

Ey Sevgili

 




Ey sevgili,

Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben…

Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek…

Ama herkesi gönderdim.

Yalnız sen ve ben varız.

Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık.

Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi.

Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım.

Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı.

Kimse kalmadı;

elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık.

Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım.

Ah bir fısıldasan…

Senden çok sevdiğim kim varsa gönderdim. Hepsi de kendi kendilerine gittiklerini sanarak gittiler. Gözlerime baka baka, enaniyetleri köpüre köpüre gittiler.

Kendi ayaklarıyla, elleriyle, yürekleriyle ve gözleriyle gittiler ama aslında ben döşedim yollarını, ben çizdim haritalarını, ben koydum pusulalarını ceplerine.

Aslında hikâye böyle başlamamıştı, her birini senin zuhurun sanıp, her birinde gölgeni arayıp yine her birinin cebinde senden mesajlar bulup almıştım onları bu bahçeye. Sonra onlara öyle bağlandım ki senden bile fazla sevdim.

İtiraf ediyorum senden fazla sevdim; gözlerinde kendi yansımamı görünce kalbimin çarpışını sana anlatamam, ellerimi tuttuklarındaki heyecanımın kelimelerle izahı yoktu da ondan yazmadım hiç sana, o yüzden gelip de anlatmadım huzuruna.

Her birini senden fazla sevdim, her birine sana olduğumdan daha ait hissettim, her birine sana sarıldığımdan daha fazla sarıldım. Seni unuttum.

Evet, itiraf ediyorum, unuttum seni.

Seni hatırlatan ne varsa yüz çevirdim, seni anlatan kim varsa kırdım, seni nerede duysam daha çok konuştum sesini duymamak için.

Şimdi tövbe ediyorum ama Nasuh kadar samimi değilim itiraf edeyim.

Her birini itinayla gönderdikten sonra seninle kalmanın verdiği bir huzurla ediyorum tövbemi. Sen bunu da bile bile kabul et istiyorum.

Her döşediğim yolda, her çizdiğim haritada farkettim sana olan aşkımı.

Mevlana’dan da Yunus’tan da öğrenmedim aşkı.

Çoğusu bilmez ama aşk öğrenilen bir şey de değildir zaten.

Aşka düşülür; önce ciğerine sonra midesine dolar aşk insanın.

Önce içine çeker, yorar, bitirir, boğar sonra da yüzeye çıkarır, güneşe vurur insanı aşk. Görenler “bu âşık olmuş” derler ama kendisi hissetmez, bilmez sırılsıklam iken âşık.

Ta ki hiç bilmediği bir kıyıya vurup, yüzü utançtan mı sıcaktan mı kızarana dek farkına varmaz âşık.

Sonra anlar düştüğü, yorulduğu, boğulduğu felaketin adını ama çoktan kendisinden geçmiştir.

İşte senin aşkın da böyleydi belki de ama tek farkı kıyısı olmayan bir vurgundu, tekrar tekrar devam eden sonsuz vurgunların hikâyesi…

İşte ben farkettim ki tüm bu kayboluşların sırrıdır senin aşkın.

Farkındalıkların en can alıcısı en acısıydı bu.

Şimdi tek bir canım kaldı. Onu da sana vermeyi defalarca kez düşledim ama sonra düşündüm ki yalnız canımdı senin nazik ellerine verebileceğim hediyem ve bunu ancak sen istediğinde almalıydın.

Yalnız senin açabileceğin tek kapıydı can kapısı.

Sana gelmek için uzanan yolların yalnızca bu kapıya çıkanı gayrete tabi değildi.

Ey sevgilim, aşkım, ruhum, huzurum, vuslatım…

Yalnız sen ve ben varız bu ulu ağacın gölgesinde, yalnız senin kucağında huzur bulur zihnim, yalnız senin ellerinde kıvrılır boynum…

Ey huzur limanım, ey kalbimi elinde tutan. Nezaketine tezat gibi görünen ateşten ellerinin merhametiyle sar beni.

Fani gözlerin ardında aradığım yalnızca senin gözlerinmiş, çok sonra öğrendim.

Şimdi gözlerinden bir buse bahşet acziyetini gururla söyleyen bu aşığa.

Yalnız sen ve ben kaldık ey sevgili.

Yazımı ve feryadımı okuyan gözlere değil minnetim, o gözlerin ardındaki senden üflenen ruha iman ediyorum.

Mümkün olduğunca fazla fani göze değsin ki bu satırlar o beşeriyetin ilahiliğinde sönsün bu yangın.

Yahut öyle bir harlansın ki bütün beşeriyeti içine alacak bir aşk tufanına dönüşsün.

Senin aşıkların zümresinde olmayı bahşeyle bana yahut o aşıkların sana ulaşan yollarına turab eyle beni.

Tüm süslü cümlelerin ötesinde;

yalnız sen ve ben…

Ah bir fısıldasan…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy