Ana içeriğe atla

Kayıtlar

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy
En son yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

Kırılsa bile…

  Gözlerini kapadı, kirpiklerinin birbirine değişini dahi hissedecek kadar açıktı algıları. Sonra esen hafif rüzgârı yumruk yaptığı ellerinde hissetti. Ardından bir rüzgâr daha esti, bu kez saçlarında hissetti. Saçları… Son gittiği berberi hatırladı birden. Saçına değen rüzgâr, onu berberine kadar sürüklemişti. Ensesini ne kadar kötü kestiğini hatırladı adamın. En kalitesiz berberin bile yapmayacağı bir acemilikle… Hayatının bu anlarında o adamı hatırlayacağını hiç düşünmemişti. Gözleri hâlâ kapalıyken son bir şeyi daha kalmıştı yapacak. Şimdi üzerinde durduğu binanın önündeki caddede olabilecekleri hayal etti . İşe yetişmek için hızlı hızlı yürüyen takım elbiseli adamı, sevgilisiyle buluşmak için bekleyen genç kızı, okula gitmek için bineceği otobüsün kartını ceplerinde bulamayan öğrencinin telaşını, gece boyu çalışacak olmanın verdiği bıkkınlıkla henüz uyanmış gözlerini ovuşturarak arabasını süren nohut-pilavcıyı, biraz önce ilk mülakatından çıkmış olmanın gururuyla yürüyen gen

Hürriyete engeller...

 Ellerimiz ve ayaklarımız, özgürlüğümüzün timsali. Sımsıkı tutunabilmek ya da bir dolu kişi ve şey’leri buruşturup fırlatabilmek hür iradenin en temiz hallerinden. Fakat etten ve kemikten ve bu kadar teknik bu uzuvların önüne, zihnimizden ve hislerimizden ördüğümüz duvarlar, zaman zaman maddi zorluk ve engellerden çok daha yüksek ve aşılmaz görünebilir. Bu hallerde dahi insan, aklına ve kalbine söz geçirebildiği ölçüde hür olabileceğini anımsar  Ve aslında hürriyetin en tatlı zamanlarından biri de budur. Bizler, bize sunulan bu nimetleri çoğu zaman gafilce kullanarak haksızlık ederiz. Zararlı dikenlere sımsıkı tutunup, kalmamız gereken kişi ve yerlerden alabildiğince uzaklaştığımızda önümüze açılan yollar, bir bakıma geride bıraktıklarımızın kırıklıklarıyla doludur. Camlar ve hayaller, daha keskin ve yaralayıcı olabilir kırıldıklarında.                             *                               *                              * Ve “insana ancak yapıp ettikleri kalır”  Tüm semavî dinler

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende

Yangınlar, Vatanı sevmek ve Sınır ihlali

  Memleket yangın içerisinde. Ağaçlar; geçmişin hatırası geleceğin ümidi aslında. Bu halde bir ağacın yanışı bir şehit vermekle eşdeğer denilebilir. Diyebiliriz ki, bir vatan evladının yetişmesi için gereken emek, toprak; harcanan maddiyat ise sudur. Bu kanaatle Türkiye hem geçmişini hem de geleceğini yitiriyor. Neslinden ve ceddinden mahrum bir ülke… Tarihi yanan, atisini yaşatamayan aciz bir memleket… … Bununla beraber en baştan en sona sevgisiz bir cumhuriyet… Cumhuriyetin temeli sevgi ve haktır. Çünkü cumhuriyet rejimi, vatanını sevme karinesine dayanır ve bu ön kabule göre tanır tüm o hakları vatandaşlarına. Vatanını sevmeyen vatandaş olamaz, vatandaş olmayan hak sahibi olamaz. Bu bağlamda bu ülkenin son yüzyılda, yani 21. yüzyılda, en temel problemi doğal vatandaşlarının ülkesini sevememiş olmasıdır. Bu sevgisizlikte de bazılarının iddia ettiği gibi yaşanan ve yaşatılan mağduriyetlerin payı yoktur. Çünkü vatan, bir kadını sevmekten bile daha büyük bir

Dedemden sonra ilk yazı…

  Zaman, üzerine en çok düşünülmesi gereken temel olguların başında gelir. Bizden habersizce ve sanki yaşamın paralelinde akıp geçen bir şey gibi algılarız zamanı. Oysa ki bilakis üzerinde seyrettiğimiz bir seyyaredir zaman. Herakleitos “Bir nehirdir zaman ve aynı nehirde iki kez yıkanamazsın.” der, mesela. Braudel ise zamanı 3’e böler; kısa zaman, devrevî zaman ve uzun süre. Ve tarihçinin zamanının Uzun Süre olması gerektiğini söyler. Ona göre tarihçi; günceli, hızlıyı ve haklı haksız yükselip alçalmaları takip eder ve kendini bunlara kaptırırsa sorunu anlamayı ıskalayacak, dalgalar üzerindeki bir sörfçünün kıyıdan uzaklaşması gibi gerçeklikten uzaklaşacaktır. Bu da olayları doğru şekilde tetkik edemeyen tarihçiyi tespit ve değerlendirmelerini kadük bırakarak faydasız hale getirecektir. Dolayısıyla tarihçi günü, haftayı hatta seneyi değil on yılları ve yüzyılları kapsayan gözlemler ve çalışmalar yapabilmelidir ki toplumların önüne ışık olabilsin. Bu ölçünün bireysel yaşamımızda da biz

Kızılelma neresi ?!

  “Aylardan ağustos; günlerden Cuma, Gün doğmadan evvel, İklim-i Rum’a Bozkurtlar ordusu geçti hücuma, Yeni bir şevk ile inledi gökler.” Lisede dahil olduğum Mehter Takımı’nda en yüksek coşkuyla söylediğim marşlardan biri de Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun yazıp Bahri Yüzlüler’in bestelediği Malazgirt Marşı idi. Mehter marşlarının orijinal hallerinden günümüze ulaşabilenleri pek azdır. II. Mahmut döneminde kaldırılan Yeniçeri Ocağı’yla birlikte Mehter bölüğü de kaldırılmış yerine daha Batılı müzikler getirilmişti. Mehteran yerine kurulan bu birliğe de Mızıka-i Hümayun denmişti. Türk milletinin ikilemlerinden birini de ikonikleştirmek istesek yine zurna ile mızıka arasında kalmak diyebiliriz sanırım. *** İşte bugün; Bozkurtlar ordusunun hücuma geçtiği ve Türk’ün mezarı üzerine yapılan matematik hesaplarının bir kez daha dümdüz edilip tersine çevirildiği günün 949. yılı. Bu ne ilk ne de son olacaktı. Bundan daha önce yüzlerce defa görülen Türk sancağının her türlü dezavantaja rağmen yü

“Hendeklerde Vurulduk” Kitap Tanıtımı

  “Bir kitap okudum hayatım değişti.” cümlesi artık bir klişe. Bu cümleden daha gerçekçi ve doğru olanı “bir kitap okudum ve hayata bakışım değişti”dir. Evet, bir kitap okursunuz, hayata bakışınız değişir. Artık siz, eski siz değilsinizdir. Hatta öyle ki; siz, geçmişteki halinize kızarsınız zaman zaman. Bu tür kitaplar genellikle başkalarının hayatının nasıl değiştiğini anlatır. Bir değişim hikâyesi okursunuz ve hayata bakışınız değişir, pencereniz değişir, sözünüz değişir, yürüyüşünüz, dertleriniz, öncelikleriniz değişir… Ben de öyle oldum geçen akşam. Bir kitap okudum gözümdeki yaş değişti, derdim, tasam başkalaştı. Gözlerimi gökyüzüne çevirip düşündüm: Nasıl layık olabiliriz acaba? 20’li yaşlarındaki tığ gibi delikanlıların, dağ gibi aslanların bu memleket bir dakika daha fazladan nefes alsın diye kendi canlarından, hayallerinden, sevdiklerinden nasıl vazgeçtiğini görmenin gururu ve minnettarlığı kapladı ruhumu. Kitaptaki onlarca yiğitten iki tanesini bugün Bahaddin komutan paylaştı