Ana içeriğe atla

“Hendeklerde Vurulduk” Kitap Tanıtımı

 

Hendeklerde Vurulduk

“Bir kitap okudum hayatım değişti.” cümlesi artık bir klişe. Bu cümleden daha gerçekçi ve doğru olanı “bir kitap okudum ve hayata bakışım değişti”dir.

Evet, bir kitap okursunuz, hayata bakışınız değişir.

Artık siz, eski siz değilsinizdir. Hatta öyle ki; siz, geçmişteki halinize kızarsınız zaman zaman.

Bu tür kitaplar genellikle başkalarının hayatının nasıl değiştiğini anlatır.

Bir değişim hikâyesi okursunuz ve hayata bakışınız değişir, pencereniz değişir, sözünüz değişir, yürüyüşünüz, dertleriniz, öncelikleriniz değişir…

Ben de öyle oldum geçen akşam.

Bir kitap okudum gözümdeki yaş değişti, derdim, tasam başkalaştı.

Gözlerimi gökyüzüne çevirip düşündüm:

Nasıl layık olabiliriz acaba?

20’li yaşlarındaki tığ gibi delikanlıların, dağ gibi aslanların bu memleket bir dakika daha fazladan nefes alsın diye kendi canlarından, hayallerinden, sevdiklerinden nasıl vazgeçtiğini görmenin gururu ve minnettarlığı kapladı ruhumu.

Kitaptaki onlarca yiğitten iki tanesini bugün Bahaddin komutan paylaştı.

Bu vatan için biri 5 ay önce evlendiği eşini, diğeri 4 çocuğunu bu millete emanet bırakıp rütbelerin en yücesiyle Peygambere komşu oldular.

 Bir de “görevden sonra yeriz” diye hazırladıkları bir paket soğuk lahmacun kaldı onlardan geriye. Zekeriye komiserin teslimiyet ve huzur dolu şiirini kitapta okursunuz.

Dedik ya ne yiğitler var, hayatları bizimkiler değişmesin diye değişenler…

Çenesinden yediği kurşunla neredeyse kendi kanında boğulacak vaziyete gelen “ölmez” yiğitler, ambulansa “benim çok borcum var, ölmemem lazım” diye giden şehitler…

“Benim arkadaşlarım şehit olurken ben burada duramam” diye görev yerinin değişikliği için dilekçe verip en ön safta savaşırken şehit olan Hakkarili Abdüsselam komutan…

Merak etme komutanım, terör örgütü zarar vermesin diye Ankara’ya getirdiğin 9 kardeşin artık hepimizin kardeşi, abisi, dostu…

Ve daha nice yiğitler…

İşte kitap, bu aslanların sadece şehadetlerini, gaziliklerini değil aynı zamanda hikayelerini de anlatıyor.

Çoğu zaman birer rakamdan ibaret sandığımız bu adamların, her birinin ve daha fazlasının hikayelerini okuyoruz. Böyle hayatların, bakışları değiştirmemesi mümkün mü?

“Ne zaman bir şehit olsa, onların aramızdaki en masum kişiler olduğunu düşünmüşümdür” diyor Bahaddin komutan. Ve ekliyor, “onların hayat hikâyelerini okudukça bu düşüncemde haklı olduğumu görüyorum.”

Gerçekten de okudukça, öğrendikçe bunun farkına varıyorsunuz. Hepsi öyle masum, öyle tertemiz hikayelere sahipler ki anlıyoruz ki hayat onları şehadete ta en başından hazırlamış.

Tıpkı bir bayram sabahı gibi tertemiz başlamış ve lekesiz devam etmiş hayatları.

Ve elbette yaralılar…

Genelde “yaralı” ifadesi içimizi rahatlatır televizyonda duyduğumuzda. Ama onların hiçbiri dizilerdeki jönlerin “sıyırma”lı yaralamalarına benzemez.

Ayağını, kolunu, bacağını kaybedenler…

Akif’in Çanakkale Şehitlerine şiirinde saydıklarını bir tahayyül edin:

“Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak..”

Hangi birinden vazgeçebiliriz ki?

Parmağımıza kıymık batsa koşa koşa cımbız arayan bizler…

Fakat bu cengaver subay ve polisler, insanüstü bir ruh ve diğergamlıkla her birimiz için canlarını ve bedenlerini siper ederek kendi cesetlerini dahi yakacak kadar insanlıktan nasibini almamış, hain kalleş sürüsüne “dur” dediler, set çektiler

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.” yakarışına karşılık verircesine…

Ve hürriyetimizi simgeleyen birer anıt gibi dolaşıyorlar aramızda, hala ruhlarında taşıdıkları ebedilikten gelen asaletle.

Bahaddin komutan bunu şöyle ifade ediyor:

Altını çizerek söylüyorum, Sur’un her metresinde, her kapısında, sokağında, binasında, her evinde Türk askerinin ve Türk polisinin kanı vardır. Türk milletinin, vatan toprağının bir karışını bile düşmana vermeyeceğinin kanıtıdır yaşadıklarımız.

Ve elbette bu kitabı değerli kılan en önemli unsur; bir hikaye anlatıcısı, bir romancı veya bir derleyenin değil birebir tanık olmuş, operasyonlara katılmış ve hatta vatan uğruna şehadetten sonra  en büyük fedakarlığı yapmış Gazi Üsteğmen Bahaddin SEÇGİN komutan tarafından kaleme alınmış olması.

Bahaddin komutan; kendisine kahraman denildiğinde “ben kahraman değil neferim” diyecek kadar alçak gönüllü ve aynı zamanda hiçbir haine geçit vermeyecek kadar aslan yürekli bir subay.

Atatürk’ün askeri olmakla her daim gurur duyan ve yiğitçe dövüşmelerinin sonunda aldığı yaralarla Gazilik mertebesine ulaşmış dağ gibi bir delikanlı.

Mayın tarlasının içine bile bile girmek ve bu mayın tarlasının içinde hem patlayacağını ve hem de pusuya düşeceğini bilmene rağmen ilerlemek zorunda olmak.

Pusuya düşme riskinin büyük olması değil, pusuya düşeceğin kesin olduğu halde ilerlemek diye tanımladığı Sur’da kendisine sıkılan onlarca kurşunun arasından aldığı 4 isabetle yaralanıp 93 gün yoğun bakımda yatan, 3-4 ay ağız yoluyla su içemeyen ve 1 yıla yakın fizik tedavi alan kocaman yürekli bir adam.

Yürüyeceğine biz de inanıyoruz komutanım!

Ve benzerine ancak tarih kitaplarında rastlayabileceğimizi sandığımız, eşine her daim sağladığı destek ve subaylık görevindeki parlaklığıyla Türk kadınının ve Türk subayının gurur timsallerinden olan, Bahaddin komutanın “Aysunlar olmasa Bahaddinlerin hiçbir anlamı olmaz!” diyerek teşekkür ettiği  Astsubay Aysun SEÇGİN.

Göreve giden eşini “Bu görevi birilerinin yapması gerekir. Tarih sana bu görevi verdi.” diyerek gönderen bu kadın, bu yüzyılın Tomris’i, Nene Hatun’u, Hayme Ana’sı değil de nedir?

İşte bu kadar yüksek ruhlu insanların, bu yiğit yüreklerin hikâyesine bir parça da olsa tanıklık etmek için bu kitap alınmalı, okunmalı hatta okutulmalı.

Kitabın üzerimdeki etkisi ve hissettirdiklerini paylaşabildiysem ne mutlu.

Şimdi Bahaddin komutanın da dikkat çektiği bir hususa kısaca değinmek istiyorum.

Devletler ve toplumlar, tıpkı bir insan gibi karşılaştıkları büyük tehditlerden sonra etkileri bir süre devam eden travmalar yaşayabilirler. Fransız Devrimi’nden sonra Fransız siyasetinde ve toplumunda yaşanan kargaşa buna tarihî bir örnektir.

15 Temmuz hain darbe girişimi de 40 yıllık birikimini bir gecede ortaya döken kanı ve vicdanî ayarları bozuk, şerefini ve gururunu satmış, bilincini şeytana teslim etmiş FETÖ’cü alçakların canımıza ve bölünmez vatanımıza namussuzca yönelttiği bir tehditti. Allah’a binlerce şükür, milletimize binlerce teşekkür ki başarıyla atlattık. Fakat bu tehditten sonra hissettiğimiz savaşma güdüsüyle devlet aklı bazı kararlar aldı. Bunlardan bir tanesi de askerî hastanelerin sivilleştirilmesiydi. FETÖ’cü yapılanmaların burada da yuvalandığı gerekçesiyle yapılan hamle o gün için doğruydu. Ancak aradan geçen yıllarda görüldü ki harp cerrahisi, sivil tıp bilgisinden oldukça farklı, deneyim ve vaka görme sayısıyla doğru orantıda gelişen bir yapıya sahip. Bu sebeple sivil hekimlerin yetersiz bilgisi sonucu  gereken tıbbî müdahalelerde eksik kaldığı anlaşıldı. Bu bilgi eksikliğinin de kimi zaman yaraların ağırlaşmasına kimi zaman da şehadete sebep olduğu görülmekte.

Ayrıca kitapta da ifade edildiği gibi askerî yapı içerisinde gerekli güvenlik soruşturmasından geçmeyen sivil hastanelerdeki bazı sivil hekim ve hemşirelerin terör örgütü PKK sempatizanı olmaları sebebiyle, yaralı gelen güvenlik güçlerine gerekli müdahaleyi kasıtlı olarak ihmal edip yaralarının ağırlaşmasına veya şehit olmalarına vesile oldukları da yaşanan gerçekler arasındadır.

Bu sebeple devletin haklı gerekçelerle kapattığı ancak bahsi geçen sebeplerle ihtiyacın giderek arttığı askeri hastanelerin yeniden açılmasını diliyoruz.

Son söz olarak bir çağrım var;

Hendek Operasyonları, gerek Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gerekse binlerce yıllık Türk tarihinin en önemli operasyon ve mücadelelerinden biridir. Bu operasyonlar bizim bir karış vatan toprağını dahi teslim etmeyeceğimizin nişanesi olduğu gibi bir sivil vatandaşın dahi zarar görmemesi için güvenlik güçlerinin ne türlü fedakarlıklara katlanacağının da göstergesidir.

Bu kapsamda Bahaddin komutanın da dediği gibi bu operasyonların daha çok yazılması, okunması, hatırlanması ve ders çıkarılması gerekir.

Bu noktada Türk yazılımcıları, grafik tasarımcıları ve ilgili kişilere coğrafya ve operasyon şeklinin elverişliliği nedeniyle bir çağrım var; gelin bu sürecin Call of Duty benzeri hikayeye sahip oyununu yapalım.

Benim yazılım ve tasarım bilgim yok ama böyle bir projenin oyun hikayesine çevrilmesine kalemim yettiğince destek olacağıma söz veriyorum.

Böyle bir proje Türk’ün başından geçenleri hem kendi vatandaşımıza, hem yeni nesillere hem de tüm dünyaya duyurmamızı sağlayacağı gibi Türk askerinin onurlu düşmanları tarafından bile övülen fedakarlığını, merhametini yansıtacağımız hem de PKK’nın ne kadar kalleş bir örgüt olduğunu dünya kamuoyuna bildireceğimiz çağdaş bir yoldur.

Son sözü yine Akif’çe söyleyelim:

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

“Tarih”i  “tekerrür”  diye tarif ediyorlar;              

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

  Ahmet Şahin TOPBAŞ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende