Ana içeriğe atla

Dedemden sonra ilk yazı…

Dedemden sonra ilk yazı…


 Zaman, üzerine en çok düşünülmesi gereken temel olguların başında gelir.

Bizden habersizce ve sanki yaşamın paralelinde akıp geçen bir şey gibi algılarız zamanı. Oysa ki bilakis üzerinde seyrettiğimiz bir seyyaredir zaman.

Herakleitos “Bir nehirdir zaman ve aynı nehirde iki kez yıkanamazsın.” der, mesela.

Braudel ise zamanı 3’e böler; kısa zaman, devrevî zaman ve uzun süre.

Ve tarihçinin zamanının Uzun Süre olması gerektiğini söyler.

Ona göre tarihçi; günceli, hızlıyı ve haklı haksız yükselip alçalmaları takip eder ve kendini bunlara kaptırırsa sorunu anlamayı ıskalayacak, dalgalar üzerindeki bir sörfçünün kıyıdan uzaklaşması gibi gerçeklikten uzaklaşacaktır.

Bu da olayları doğru şekilde tetkik edemeyen tarihçiyi tespit ve değerlendirmelerini kadük bırakarak faydasız hale getirecektir.

Dolayısıyla tarihçi günü, haftayı hatta seneyi değil on yılları ve yüzyılları kapsayan gözlemler ve çalışmalar yapabilmelidir ki toplumların önüne ışık olabilsin.

Bu ölçünün bireysel yaşamımızda da bizler için kıymetli ve pratik bir kıstas olduğu kanaatindeyim.

Kendi tarihimizin yapıcıları ve yazıcıları olan bizler; günlük, hatta yıllık çıkarlarımız için gerekirse vicdanımızı dahi susturmayı başararak lüzumuna kendimizi ikna ettiğimiz kıvraklıkları yaparken daima bunun bir insan ömrüne göre uzun sayılabilecek zaman dilimine etkisini hesaplamalıyız.

Bu sayede sayılı nefesimiz tükenip, bize uygun görülen cenaze merasimleri de tamamlandıktan sonra hayatımızın çıkacağı ilk terazi olan maşerî vicdandaki yerimizin ağırlığını lehimize çevirmek her zaman ve her işimizde alacağımız kararlarla elimizde olacaktır.

Bu kıstas, “öte”ye inanmayan insanoğlunu bile doğruya yöneltecek kadar kuvvetli bir hissiyatı taşır kanaatimce; güzel anılmak…

Yeniden ve ayrıca düşündüğümüzde; insanoğlunun “güzel anılmak” gibi öznel ve masum bir talebi bile Braudel’in “devrevî zaman” olarak adlandırdığı 60-70 yıllık dönemde dünyayı güzelleştirmeye yetebilecektir.

Öyle güzel ve kıymetli yıllar yaşarsınız ki başta ifade ettiğimiz, tarihçinin ışık olma görevini kendi tarihinize uyarlayıp sizden sonrakilere ışık olma gayesini edinerek yaşayacağınız yıllar, onlarca hatta belki yüzlerce ve binlerce ateş böceğiyle dünyaya ışık saçabilir.

Yüzlerce ve binlerce ateş böceğine ilham olmak elbette herkesin gözlerini parlatacak başarılardır ancak ne yazık ki bu da bir imkan meselesidir. Ancak böyle imkanları olmayanlar bile bir ateş böceğine ilham olmanın dahi değerini kavrayabilmişlerse ne mutlu onlara…

Bu hal de bize Martin Luther King’in;

“Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo’nun resim yaptığı, Beethoven’in beste yaptığı veya Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup ‘Burada işini çok iyi yapan, dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş’ desin.” sözünü hatırlatmalı.

Elbette bu satırlarımın bir ilhamı var; dedem, dedeciğim…

Hiçbir zaman öğretmenlik veya hocalık gibi yüksek bir makamın mukimi olamamış ancak her konuşmamızda bana içimden “Keşke üniversite hocası veyahut ilkokul öğretmeni olsaymış” dedirten hikmetli sözleriyle etrafındakilere ışık olmayı başarmış bir adam…

Sadece benim değil onunla görüşüp konuşan çoğu kişinin de izlenimi böyleydi.

En önemlisi de doğruluğa ve dürüstlüğe olan bağlılığını, mezarı başında kendisine birazdan talkın verecek hocaya bile söyleten dimdik bir adam…

Dedemi kaybedeli yaklaşık 50 gün oluyor ama ondan da belki bir 50 gün önce kaybettiğim amcam da benim zaman ve ömür üzerine düşünüp yukarıdaki satırları yazmama ilham olacak kadar naif ve temiz bir hayat yaşamıştı.

İşte hem böyle değerlice biten hayatlar arasında kalıp hem de nice kıymetsiz hayatı müşahede etmek insana ister istemez kendi hayatını ve ölümünü düşündürtüyor.

Bunları kurtulunması gereken kötü düşünceler olarak nitelemek sanırım yapılacak en büyük hatalardandır.

Çünkü bu tür ibret vesilesi anlar, insan hayatına hemen hemen birkaç kez tesadüf eder ve bunları bir bal kavanozuna düşmüşçesine dolu dolu, derinlemesine yaşamak, hayatı asıl anlamlı kılan şeylerdir.

Belki bu yüzden ölümler bu kadar anlamlı kılınmıştır yaratılışta. Aksi halde ölüme ve ölüye acımak hissinin olmadığını düşündüğümüzde sadece manevi doğrultuda değil fiziki doğrultumuzda dahi düzelmelere gidemez ders çıkaramazdık.

Yaratılışa ve bir semavî din olarak İslam’a inanan ve Türk kültürüne bağlı biri olarak söylemeliyim ki; cenazelerin bu denli merasime tabi tutulması ve katılımın bu denli önemsenmesinde, ibret alınması amacına çok yakından şahit olmak beni bir kez daha inandığıma ve yaşadığım kültüre bağladı.

Hayatı boyunca bırakın cenazeye katılmak, taziyeye dahi gitmemiş biri olarak 2 ayda en sevdiklerimden ikisinin tabutunu omuzlamak,

gasilhanenin önünden geçmeye imtina eden bir genç olarak gasilhaneye birkaç sefer girmek,

MR cihazına girmekte zorlanan biri olarak beni reşit olana kadar büyüten ve yoluma her daim ışık olan adamı kabrine yerleştirmek

ve bunların akabinde her seferinde ciğerime bir mızrak gibi saplanan “başın sağolsun” cümlesinin iyileştirici gücünü keşfetmek, bu toprakların mayasını daha da iyi anlamama sebep oldu.

Velhasıl sevdiklerimizin, bizi karanlık bir kabre indirdikten ve gözlerindeki yaşlar kuruduktan sonra gönüllerinde kurulan ve bu dünyadaki mizan diye tefekkür ettiğim terazide kazanan olmak, gözlerimizin ardında hala bir ruh saklıyorken çevirdiğimiz fırıldaklardan elde edeceğimiz menfaatlerden milyon kat daha değerlidir.

Bunun üzerine düşünmek, bununla yürümek ve böyle yaşamak bizi hayatta belki zaman zaman “kaybeden” konumuna da düşürse esas kazanım ölümümüzden sonra ismimizi yaşatacak sevdiklerimizin gönüllerindeki çiçekleri soldurmamaktır.

Sevdiklerimize baharları sermek ümidiyle…

NOT: Yazıda bahsettiğim kayıplar, içinden geçtiğimiz süreçte birçok kişi için olduğu gibi bizim için de pandeminin derinden yaralayıcı kısmı olmuştur. Uzun zamandır yazmamı engelleyen hisler, bazı kesimler için yalnızca birer rakamdan ibaret olan günlük vefat sayılarının esasen ne kadar anlamlı oluğunu da anlamamıza katkı sağlamıştır.

Gerçekten acımız büyüktür ve kaybımızın bizdeki değeri nispetinde tefekkürümüz derinleşmiş dolayısıyla yazılarımızın da bu düşüncenin ürünü olması olasılığı artmıştır. Bu minvaldeki yazılarla bu sitede kimi zaman kasvetli havayı teneffüs edecek okurlarımdan şimdiden af dilerim.

Her zaman düstûr edindiğim ümitvar konuşma ve yazma ilkemden olası sapmalarım biliniz ki acımdandır.

Kıymet veren herkese teşekkürle…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende