Ana içeriğe atla

Bir Sabah…



 Gözümü açtım. Göğüs kafesim deli taylarınki gibi hızlı hızlı inip kalkıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Penceremin perdesi yukarı kalkmış ve içeri gireli nice zaman olmuş güneş parçaları odamın içinde geziniyordu. Kalorifer, ateşini çoktan dindirmiş bir lav parçası gibi soğuk bir granite dönmüştü.

Gözlerimi tekrar kapattım. Ne rüya görmüştüm ben? Koşmuş muydum yine kilometrelerce yoksa atlamış mıydım bir yerlerden ya da göğsümdeki deli taylardan mı sürmüştüm gecelerce… Tınaztepe mağarası gibi zihnimin dehlizlerinde ve derinliklerinde o sırada karşıma çıkanların hiçbiri az önce gördüğüm rüyayı hatırlamama yardımcı olacak şeyler değildi. Kızgınlıklar, kırgınlıklar, dün geceki son parça mutluluk…

Tekrar açtım gözlerimi ve bir süre beyaz tavandaki pürüzsüzlüğe diktim. Yorgun göz kapaklarımdaki takılı kalmış birkaç kilo mahmurluğu gidermenin tek yolu kalkmaktı.

Bu sabahtan beklenmeyecek bir kuvvetle savurdum yorganımı ve oturur vaziyete geldim yatağımda.

Vücudumu yasladığım ellerim çarşafa değerken bir kez daha şaşırdım. Şaşırdım bugüne kadarki bütün kahverengilerin bana toprağı, toprağın da ölümü hatırlatmasına rağmen bu çarşafın renginin bana yaşamı ve sevinci duyumsatmasına.

Boynum bilinçli öne eğik vaziyette, yüzümü yıkamak gibi alelade bir şeyi yapacak olmanın önemsizliğiyle yürürken, bugün de yaşadığımı hissetmek için aynaya kesik bir bakış attım.

Yüz yıkama seansı bitip de aynaya hafifçe gülümseme ödevimi yaptıktan sonra kendimi kağıt havlunun bana adliye duvarlarını anımsatan samimiyetsizliğine bırakmayı reddederek odama dönüp kendi yüz havlumun şefkatli tenine bıraktım yüzümü. Bir masaj ahenginde yüzümü kuruladıktan sonra saate gözüm ilişti:13.00

Hatırlayamadığım rüyamı düşünerek mutfağa gittim. Bir camlı kapı nasıl açılırsa öyle açtım. Kimseyi uyandırmak istemiyorum.

Masada gecenin ıssız ayazında hazırlanmış kahvaltı, sınırlı özensizlikle bir tabağa dizilmişti. Yanında mini cezvede kaynamış ama kabuğundan vazgeçirilmemiş bir yumurta su içinde beni bekliyordu. İçimde oluşan şükran hissini henüz filizlenmişken geçiştirip buzdolabına yöneldim. Biraz şımarmak için belki aylar sonra yiyeceğim sürülebilir çikolatamı çıkarıp koydum masaya. Uzun zaman önce yapılmış ve bayatlamış ama bayatladıkça da bana göre lezzetlenmiş kurabiyelerden şanslı bir tanesini de ekleyince masadaki ekip tamamdı.

Eve sallama çay almayalı uzun zaman olmuştu.

Çay ya da kahve tiryakiliğim yoktur. Olmazsa olmazlarımdan değildir ikisi de. Elbette özlerim bir süre sonra ama dedim ya olmazsa olmazım yapamadım ikisini de. Gizliden gizliye özenmişimdir aslında bu içeceklerden birine tutkuyla bağlanıp anlam yükleyerek içenlere. Böyle insanlar bana genellikle konuşulabilir gelirler. En azından bir şeye karşı samimidirler. Ben de böyle olmak için uğraştım ama yapamadım.Bu yüzden kullandım ‘‘yapamadım’’ kelimesini.

Kahvaltısı hazır olan insan çay yapar mı? Öyle vazgeçilmez zevklerim  -maalesef ki-  olmadığından içindeki kahvelerin nicedir çoğu dostunu yitirdiği kahve kavanozunu hafifçe eğerek raftan kaptığım bir kupaya usulca boşalttım. Ömrümün az sayıda yılları gibi hızlıca döküldüler bardağa kahve taneleri. Bu sırada biraz önce kaynattığım su da yüz santigrat dereceye ulaştığını haber vereli çok zaman olmamıştı.

Tam ömrüm gibi kahveleri, aşkım gibi suyla buluşturuyordum ki…

Bir ses…

Eşlik etti suyun akışına.

‘‘Allahuekber Allahuekber!’’

Ellerim o anki haliyle sabit kalsa da kahve taşmadan kendime gelmeyi başarıp çaydanlığı sakince kaldırarak tezgaha bıraktım.

Çok şükür 23 yıla yakındır duyduğum bir sesti.

Şaşırmadım.

Ama bugün duymak…

Tüylerim ürperdi.

Çünkü belki ilk kez, belki yüzyıllardır ilk kez, bu sesin muhatabı insanlar değildi.

Bu ses, tanıdığım ya da tanımadığım kimseyi muhatap almadan, umursamadan yükseliyordu semaya.

Namaza başlarken kulağa götürülen elin, alınan ilk tekbirle yaptığı hareket ve içerdiği anlamla aynı manada,  bu ses de dünyadaki herkesi ve her şeyi elinin tersiyle itip göğe yükseliyordu.

Gönüllü ya da zorunlu karantina altında kalmış bizler, ilk kez bu denli değersizdik bu zaviyede.

Bunca insanlık arasında Müslümanların da olduğunu semaya haykıran bu seslerin, bir sengine yekpare Acem mülkünü feda edeceğimiz şehr-i İstanbul’un göğünü bin-bir minareden nura gark edişini dinleyerek düşünüyor ve düşlüyordum.

Hülyalar ve fikirler uçuşan zihnimle beni bir gören olsa ‘‘bir kahvaltıya böyle efkar fazla’’ diyebilirdi belki.

Ama o ses…

Yüzyıllardır Dünya’nın her yerini, her gün farklı telaffuzlar ve makamlarla dolaşıyor ve milyonlarca insanın kulağında, göğsünde, zihninde yankılanıp yine de tertemiz kalabiliyor.

Tanrı’nın, Allahımızın bir ve en büyük oluşunu muhabbetle hatırlatıyor.

Allah’ın resulünü her gün müjdeliyor.

Ve her gün kurtuluşa davet ediyor, ebedi ve kesin bir kurtuluşa…

Bunlar kadar önemli bir başka mesajı da, inanmayanlara dikte etmiyor oluşu hiçbir şeyi.

Sadece fikrini açıklıyor. Korkutma, çoğul konuşma yok. ‘‘ ‘Ben şehadet ederim’  ama sen inanmayabilirsin’’ diyor.

İnsan özgür, insan hür…

Tercihler bu yüzden mecburiyetlerden üstün.

Tüm meşgalelerden sıyrılıp kibrit kutusu evlerimize, bir insan acizliğinde sığındığımız bu günlerde gök kubbede yankılanan ve beni tüm maddiyattan ani ama şefkatle söküp düşündüren ve dönüştüren bu seslerin bir yerlerde makes bulacağı inancıyla, ebediyen yurdumun üstünde tüm büyüsüyle inlemesini diliyorum.

Sağlıcakla…

                                                                   Ahmet Şahin TOPBAŞ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende