Ana içeriğe atla

Kararsız ve Soğuk

Hiç düşündünüz mü?

Düşündünüz mü hiç?

Ama öyle üstünkörü düşünmekten bahsetmiyorum.

Şöyle dolu dolu, hakkını vere vere, kafa dolusu düşündünüz mü?

Düşünmekten yorulduğumuz düşünmelerden de bahsetmiyorum. Aksine deli gibi zevk alarak düşündüğünüz oldu mu son zamanlarda.

Yaklaşık 6 ay oldu evlere gireli. İnternette sörf, ders çalışma, arada haberleri takip etme -ölüm haberlerini, kafa yorma ihtimali bulunan haberler değil-  iyi gelirmiş diye zorla yediğiniz meyveler, telefondan sıkılıp öylesine izlediğiniz bomboş televizyon saatleri ve yatış haricinde düşünmeye vakit ayırdınız mı hiç.

Sıkıldığınız için değil de sırf sevmek için çıktınız mı balkona?

Düştünüz mü düşünmeye hiç?

Yavaş yavaş normale dönüyoruz. Kafeler, konserler, gezip tozmalar… Ne çok özlemişiz kafamızı dağıtmayı. Sahi en son ne zaman toplamıştık ki?

İş ve aş peşinde koşturmaktan, tıkınırcasına yemekten, “aman patron kızmasın” diye yemek sonrası çay keyfi dahi yapamadığımız öğle aralarından, ter ve pislik kokan nursuz adamların arasında tutunabildiğimiz kadar dik durabildiğimiz otobüslerle eve yorgun ve mutsuz kendimizi attıktan sonra açtığımız bir dizi veya saçma sapan tartışma programları arasında düşünmeye vakit mi kalmıştı zaten?

Bir de bu pandemi sürecinde sürekli gelen yeme isteğiyle alınan kilolarımızın derdi, ölü sayısından oluşan grafikler, alınması gerektiğini düşündüğümüz ama bir türlü alınmayan veya alınsa da çocuk gibi yönetilemeyen önlemler için oluşturduğumuz Twitter gündemleri derken artık şöyle dolu dolu düşünmeyi hatırlamıyoruz bile. Değil mi?

Düşünmeyi düşünmek bile yoruyor bizi. Nasıl alışacağız bu “yeni dünya”ya bilemiyorum.

Korkak Yeni Dünya…

Ve medeniyet.

Ne kararsız, ne soğuk şey…

Medeniyet kadar kararsızını görmedim.

İnsanlığın ortak mirası dediğimiz şeyin içerisinde bir de bakıyoruz ki yoksullar, simitçi çocuklar, Afrikalı “zenci”ler, işsizler, engelliler ve daha hoşumuza gitmeyen muhtelif insan toplulukları yok.

Sonra bu medeniyet dediğimiz şeyin temsili olan yaşam hakkının, eğitimin, sosyal ve siyasi hakların, trafiğin, üretimin kaliteli olduğu ülkelerde bir bakıyoruz ki ezan yasaklanmış, başörtüsü yasaklanmış, sünnet yasaklanmış vs vs…

Bu kadar kararsızlık reva mı?

Medeniyeti temsil ediyor diye sularında yüzlerce ölü biriktiren bu memleketlerin temsil ve teşvik ettiği medeniyet  neden bu kadar kararsız?

Bu kadar kararsızlığın içinde sağlak bir adamın çatalını sola koyarak beyaz dertsiz masa örtülü sofralarda yediğimiz yemeklerin ne kadar medeni olduğuyla övünmek abesle iştigal değil midir?

Masanın örtüsü dertsiz çok şükür ama bizim derdimiz baki…

“Yahu ben sağlakım”

“Hayır kardeşim, salak da olsan çatal solda olacak”

Bu sofrada dönen muhabette “Sizin kurbandan kaç kilo et çıktı?” sorusuna da kimse şaşırmıyor.

Çatal solda cevap veriyorum: “30” ve alkışlar…

“Ama kemiksiz”

“Semental kestik bu sene” demek “Durumumuz iyi” demek mi yoksa “kurbanı kurban ettik ama biz de bankalara kurban olduk yine” mi demek olduğunu kestiremiyoruz.

Çünkü İç Anadolu bölgemizin incilerinden Sırat Köprüsü’nün kredi kartından daha ince, aylık ekstreden daha keskin olduğunu unuttuk.

Derler ki, karga bir gün bülbülün yürüyüşünü çok beğenmiş. Ve kendisi de öyle yürümeye karar vermiş. Başlamış denemeye. Başlarda olmamış ama karga, zamanında yeteri kadar paralar vererek gittiği “sen istersen olur!” sloganlı özgüven konferansları ve TedX’lerden de aldığı ilhamla hiç yılmamış, sürekli denemiş.

Bu denemeler o kadar uzun sürmüş ki kargayı da yormuş. İlhamlarını da unutmuş zamanla ve pes etmek zorunda kalmış.

“Bari” demiş “normal normal yürüyeyim de işime bakayım”

Fakat görmüş ki karga sadece umudunu ve azmini kaybetmekle kalmamış kendi orijinal yürüyüşünü de unutmuş.

Yani karga bir kararsız medeniyetin esiri olmuş.

Ve bu medeniyet dediğimiz ne kadar soğuk?

Fark ettiniz mi birkaçı dışında çoğu yönetim, liderlik, kişisel gelişim kitapları “bir ağaç gibi tek ve hür” yaşamanın propogandasında.

Kimse şiirin devamındaki  “ve bir orman gibi kardeşçesine” kısmına bakmıyor.

Hâlbuki Nazım’ın sırrı bu ikisini harmanlayabilmekte.

Ürüyen itlere karşı hem yürümek hem de kervanı yürütmek…

Evet bahsettiğimiz ve bu topraklarda olabilecek olan bu.

Aksi halde eminim ki kişisel gelişim kitaplarındaki gibi davransak bırakın saygı görmeyi, mahallede yürümeye yüzümüz kalmaz.

Soğukluk sadece insan ilişkilerinde değil aynı zamanda anladığımızı sandığımız medeniyette kurumların tamamı mahkeme duvarı artık. Güler yüzle selam vererek girdiğiniz kurumda size verilecek en hafif ceza normalden en az iki kat daha fazla bekletilmek oluyor.

Bir ayağımızı iki pabuca soktuğumuz bu dünyada sadece kamu kurumlarından değil en basit kargo şirketlerinden bile zarar göreceğimiz neredeyse kesin.

Daha geçenlerde bir kargo çalışanı işten çıkarıldı. Sebep, kargo paketlerini vicdansızca oradan oraya attığı video internete düştü. Maalesef bunun sadece tek bir kişi ya da şirket için geçerli olmadığını biliyoruz.

Hâlbuki yüzlerce bin lira verilerek hazırlanan reklamlarda özenle taşınan şanslı kargoları izliyoruz.

Ama bu, sandığımızın aksine basit bir ikiyüzlülük değil, bir medeniyet problemi.

Çünkü siz ne kadar kurumsal olursanız olun sadece kurumsal olduğunuzu zannetmekle kalırsınız.

Çünkü bu denli kararsız ve soğuk medeniyetin çocukları da derin bir bocalamanın içindeler.

Maske takmanın zorunlu hale gelmesi mesela, çok medenî. Ama bocalayan adam, öksüreceğinde maskeyi boğazına indirip öksürüp sonra tekrar burnuna çekiyor.

Bravo, maske taktın.

Neredeyse bir aydır Coronavirüs’le muhatabım. Önce ihtimaldi sonra şüphe oldu şimdi de yaklaşık 5 gündür pozitifim.

Bu sebeple düşünmeye çok vaktim oldu, şöyle kafa dolusu, doya doya düşündüm. Bugünkü yazımız da düşünme egzersizlerinin sonuçlarından birisi oldu.

Yazı hakkındaki görüşleriniz önemli fakat özel olarak söylemek istediğim şey şu; bu yazıda her zaman düstur edindiğim “sadece karanlıktan şikayet etmekle kalma aynı zamanda bir mum yak” ilkesi gereği her yazımda sunduğum özel çözüm yollarına yer vermedim. Hem zamanım hem de sağlığım buna elvermedi. Ve bence bu soruna çözüm, önceki yazılarımızda bahsettiğim “ötekileştirme”den “öteki” ile oturmak, konuşmak, onu okumak ve tanımak. Ancak bu şekilde kendimize mantıklı ve uygulanabilir bir medeniyet inşası mümkün olabilir, medeniyeti ancak bu şekilde doğru anlamlandırabiliriz.

Herkesin doğrusu kendine…

Ahmet Şahin TOPBAŞ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende