Ana içeriğe atla

Geldim…

 Mevsim kendini hissettirmeye henüz başlamamıştı. Yazdan taşan sıcaklar bugüne kadar sızmış, güneş, dostundan ayrılmaya gönlü el vermeyen bir ihtiyarcasına bir türlü sıyıramamıştı kendini bu meridyenin topraklarından.

Çatı katı sayılabilecek odamda henüz gardırop gibi bir lükse erişememişken dört gün önce sürüdüğüm valizimin içerisinden dört gün öncesinden giymeyi  hayal ederek çıkardığım gömleğimi ve pantolonumu üzerime geçirmiş o günkü özen standartlarında hazır olduğumu hissederek kahvaltıya inmiştim.

Yerlisi olmaya çalıştığım bu yabancı evin aynı gariplikte ve yabancılıkta kültürüyle hazırlanmış ama ilk günümün beklenen özenine yakışmayacak alelade kahvaltıyı yaptıktan sonra heyecan mı desem gurur mu desem bir garip duygu seliyle üç kat merdivenleri nasıl indiğimi fark etmeden sokağa çıktım.

Bahçesiz bu şehrin birden yola çıkan bu yabancı sokağı kim bilir kaç yıl bana tahammül edecekti. Bir merkezden başka bir merkeze taşınmıştım resmiyette. Ama yeşilin bir kelime ve sembolden daha fazlasını ifade ettiği ilk merkezimi mumla aratacak cinsten bu sokakta, her türlü insanı -daha sabahın erken sayılabilecek bu saatlerinde- görmek beni memnun etmemişti.

Yine de bir heyecanın timsaliydim o gün ve bunları önemseyecek vaktim yoktu.

Film ve dizilerde gördüğüm ve zihnimde ‘‘böyle de yaşanır mı be’’ diye geçen cümlelere mazhar olan evlerin, önümüzdeki 5 yıl boyunca evimden çıktığım her ilk dakikanın figüranları olacağını bilmeden yürüdüm sokaklarda.

Oraya yapışalı yüzyıllar olmuş sakızlar, külüstür arabaların damlattığı yağların izleri, bazısı tam içilmiş bazısı yarım kalmış sigaraların umutsuz izmaritleri, küflü elektrik direkleri, zorunlu harmonisinden  firar etmeye çalışan kaldırım taşlarıyla bezeli sokaklar…

Dedim ya bu şehrin de bu ülkenin de klasikleri sayılırdı.

Ama böyle karşılıklı ve bu yüzden mahremiyetten bihaber evlerin olduğu sokaklarda midemi bulandıran şey şu çamaşır asılması mevzusuydu. Yıllarca evinin balkonundan güneşe selam vermiş biri olarak kabul etmek istemiyordum bu sıkışıklığı.

Böyle bir sokakta, otobüslerin son durağının olduğu köşeyi dönmeden önceki son evin balkonuna, sokağı dik kesecek şekilde  ve hemen önündeki elektrik direğine doğru uzanmaya çalışırmışçasına asılmış; orta boylu, Atatürk’lü Türk bayrağı, benim için umut taşıyan tek şeydi.

Ve köşeyi döndüm.

Karşımda, dört gün önce geride bıraktığım memleketimin plaka kodunun önüne anlamını daha sonradan anlayacağım harfler iliştirilerek oluşturulmuş bir hat numarasıyla sarı bir otobüs duruyordu.

Saatime baktım, kalkmasına beş dakika vardı. İyi yetişmiştim.

Kartımı tutup en arkaya oturdum. Bu sıcak ve heyecanlı günde karşımda duran sabahın bu erken saatinde anlamlandıramadığım bitkinlikteki heriflerden kaçmak istercesine bir hızla gidip motorun dibindeki arka koltuğa oturmak bu şehirde yaptığım ilk hata olmayacaktı. Çünkü ilki, daha şehre teşrif ettiğim gün taksiciye ‘‘bagaj parası’’ kaptırmış olmaktı.

Bir daha asla motorun yanına oturmazdım. En arka olsa bile…

Bir otobüsün şanına yakışır kalabalıkla metronun dibine gelmiştik. Bu hat bir metro hattıydı ve otobüste gördüğüm kalabalık meğer kalabalığın fragmanıydı.

Zaten motorla hemhal olup terlemiş olan ben, bir de metroya girerek İstanbul’a güzel bir ‘‘hoş buldum’’ çekecektim.

Metroya binerken sordum: Aksaray’a gidiyor değil mi? Az sağlamcı değilimdir.

İçeriden birkaç isteksiz evet gelince ikna oldum. Yalan söyleyecek halleri yoktu ya. Kimse bu kadar isteksiz yalan söylemezdi.

Metronun haritasından saymaya başladım durakları: Ben şimdi buradayım. Bir, iki, üç, dört… yok olmadı. İki, dört, altı, yedi, sekiz… yok olmadı.

Biraz daha yaklaştım şu haritaya ve elimle havada ilerleyerek saymaya başladım tekrar: Bir, iki, üç… dokuz, on, on bir. Şimdi söylemez falan kaçırmayayım.

Bir yüksek sinyal ile metronun kapısı kapandı. Metro her durakta durduğunda sayacaktım on birinci durakta da inecektim. Durağın ismi önemli değil.

Maalesef dörtten sonra sayamadım. Onca yıl öğrendiğim matematik ve son yıl öğrenip unutup sonra tekrar öğrendiğim türev de kar etmedi. Durak sayısını karıştırdım.

Bundan sonra kulaklarım adeta bir çöl tilkisi kadar uzayacak, tüm alıcılarım devreye girecekti.

Ne için? ’‘Aksaray’’ı duymak için.

Usulca durdu tren. Daha evvel bir kez gördüğüm istasyon tanıdık gelmişti. Bu kez kimseye sormadan indim. Yine önceden öğrendiğim gibi trenin gidiş yönündeki yürüyen merdivenlerden çıktım.

Sağda kırmızı arabasıyla duran simitçiye merdivende önümde duran üç kişi de gidince kendimi kontrol ettim:

-Aç mıyım?

+Yoo daha yeni yedim.

-Tamam öyleyse bu ritüele katılmama gerek yok.

Simitçiden sıyrılıp Aksaray meydanına dönünce bu genişlik ve kalabalık içinde biraz ürperdim. Tamam çok da küçük bir şehirden gelmemiştim ama yine de bunun alelade bir günün alelade bir saatindeki alelade bir kalabalık olmasını bilmek…

Gül satan Çingeneler, ayakkabı boyacıları, başka bir simitçi, yalın ayak koşturan  Suriyeli çocuklar, en güneşli saatlerde rahatsız edici şekilde ışıklı levhalar, top atıp sigara vurunca sigarayla ödüllendiren adam, farklı yazı stilleriyle Arapça tabelalar, midyeci, sucu…

Bu kadar sektörün bir arada bulunduğu Aksaray, bir fuar alanı gibi de gelmiş olabilir o zaman gözüme.

Daha sonraları hayatımda ilk canlı pezevengi de ilk uyuşturucu müptelasını da yine burada görecektim.

Bu türlü insanların arasından geçip Laleli yokuşunu tırmanmaya başladım.Bu arada Aksaray’da birkaç takım elbiseli beyefendiyle birkaç öğrenci  de görmüştüm.

Laleli yokuşu ayrı bir dünya. Bir dizi giyim mağazalarının lüksten çok uzak şatafatta vitrinlerinde görünen, şıktan ziyade rüküş kıyafetler ilk gözüme çarpan şey olmuştu. İnsanlar daima hızlı yürüyordu. Hatta bu yüzden iki adama istemeden de olsa çarptım.

Biri yeşil şapkalı, yeşil pantolon askılı, kahverengi gömlekli ve daha açık kahve renginde pantolonlu yirmili yaşlarda, sakallı bir çocuk, diğeri siyah takım elbisesinin bir kolunu giymemiş, uzun burunlu ayakkabısıyla nispeten daha yavaş ama ağır yürüyen ve benden çok daha uzun boylu -2 metre var yok- bir adamdı.

Haliyle ikincisi daha az hissetti çarptığımı.

Lalelinin merdivenleri, zaten terlemiş ve yorulmuş beni, daha da yormuştu.Beyazıt’a geldiğimde otobüsteki adamlara hak verecek kadar bitkindim ama yolun sonuna da gelmiştim.

İşte karşımda duruyordu.

Bütün ihtişamıyla,  bütün yaşamışlığıyla…

Yeni yaşanmışlıklar katmak için duruyordu orada. Yüzyıldan fazla zamandır burada duran bu büyük kapı, benim heyecanımı dindirip sakinleştireceğine kalp atışımı daha da hızlandırmış, yüreğimi ele geçirmişti.

Kabe ilk görüldüğünde edilen dua kadar makbul, o dua kadar kutsal iki damla gözyaşı göz pınarlarımın sınırına gelmiş, iniş izni istiyordu.

Kontrolsüz inişle yanaklarım ıslandı.

Emeği, umudu, kendisinden önceki milyonlarca gözyaşını, aşkları, mücadeleleri, susuşları, konuşmaları, vatan sevdasını, azmi, çalışmayı, başarıyı, başarısızlıkları, ümitsiz kalışları, çaresizlikleri ve daha nicesini taşıyan bu iki damla gözyaşının bu izinsiz iniş cesaretleri beni de gururlandırmıştı.

‘‘İşte’’ dedim, ‘‘geldim ve buradayım.

Elhamdülillah…’’

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende