Ana içeriğe atla

Gerçek Şeytanlar ve Şeytanlaştırdıklarımız-2

Gerçek Şeytanlar ve Şeytanlaştırdıklarımız-2


 Bu yazı “Gerçek Şeytanlar ve Şeytanlaştırdıklarımız” yazı dizisinin ikinci bölümü olarak karşınızda.

Ölümün, tüm dünyanın ilk ve değişmez gündemi olduğu bu günlerde bizler de ölümden öncesine ve sonrasına inananlar olarak elimizden ve dilimizden geldiği kadarıyla sözümüzü söyleyip ne bıraktıysak bırakıp gideceğiz buralardan. Sitemize girdiğinizde karşılaşacağınız ve bu yazının da dahil olduğu Kubbeye Sesleniş bölümü de bu hissiyattan isim almıştır.

“Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” diyerek sözümüze başlayalım.

Yazı dizisinin birinci yazısına eûzü besmele ile başlamıştık yine aynı şekilde başlayacağız.

Eûzübillâhimineşşeytanirracîm bismillâhirrahmanirrahîm.

Müslümanların eûzü besmele’si adeta bir tılsım gibidir. Yaratılıştan bu yana insanoğlunun baş düşmanı ve onu ebedî cehenneme sürüklemek için elinden geleni yapan şeytana karşı bir koruma kalkanıdır. Eûzü besmele günlük dilde birçok duyguyu ifade edebilecek şekilde kullanılır: korku, endişe, heyecan, öfke…

Tüm bunlar şeytan ve onun hizmetçilerinin eylem ve vesveselerine karşı korunulması gereken durumlar olarak görülür.

Önceki yazıda şeytanlardan bahsetmiştik ve bu şeytanlara karşı tavır ve tedbirlerden de…

Peki ya şeytanlaştırdıklarımız?

Korktuğumuz için şeytanlaştırdıklarımız var öncelikle. Öcüleri insanoğlunun…

Anadolu’da kurda, evcil hayvanlara karşı “acımasızca” saldırması dolayısıyla “canavar” denir. Ancak etimolojik süreç içerisinde kurdu küçümsemek için solucan benzeri hayvana da kurt denmiştir.

Çünkü insanoğlu korktuğu şeyi hem büyütmek hem de küçültmek ister.

Çünkü bu büyütme ve küçültme işlevseldir.

Tedbir alırken büyütür, savaşırken küçültürsünüz ki iki durumda da en doğru hamleyi yapmaktan geri durmayasınız.

İşte insan, kendisinden olmayanı ötekileştirerek, hem kendisinden olanları bir arada tutmaya kuvvet bulur hem de “karşı taraf”a karşı ördüğü çitler dahilinde huzur içinde yaşar.

Çünkü bilir ki esas mutluluk cehalettedir ve huzuru kaçanlar hep “bilen”lerdir.

Kendisinden olmama hali her anda ve durumda ortaya çıkabilir. Çünkü insan hep hayatta kalmaya programlıdır ve kendisi haricinde ortaya çıkan bir tehlikeye karşı aldığı önlemlere bahaneler bulur.

Ve “O böyle yaptı ve başına bu geldi. Ama ben bunu zaten yapmadığım için başıma bu gelmeyecek” bahanesini ve zannını hemen üretir. Bunu bulmakta da güçlük çekmez hiç. Her ne surette olursa olsun bir “öteki” illa ki vardır.

Cem Yılmaz bir gösterisinde bu trajikomik olayı anlatırken şöyle diyor:

“Ölümü anlatıyorum, en temel ve şüphesiz bir gerçek. Hepiniz öleceksiniz, hepimiz öleceğiz. Ama ben ölümü anlatırken bile gülüyorsunuz. Çünkü ‘öteki’ üzerinden dinliyorsunuz. ‘Ben ne öleceğim o ölsün’ mantığıyla dinleyince komik geliyor.”

Cem Yılmaz’ın, ülkemizde komedinin üstatlarından olmasının sebebi, tespitlerinin çok kuvvetli olmasıyla birlikte bunu espriyle aktarmadaki ustalığı. Bizi bize anlatırken gayet insanî olarak gülme ihtiyacı üzerinden hareket ediyor.

Şimdi bu tespitine kim karşı çıkabilir.

Dediğimiz gibi “öteki”mizi yaratmakta hiç zorlanmayız. Ama zaman zaman bu “öteki” yaratma hususu öyle bir noktaya geliyor ki alçaklık ve rezalet doğuruyor.

Biraz önce tarif ettiğimiz ve insanî bulduğumuz bu davranış öyle inşa ediliyor ki insanlığımızdan utanıyoruz.

Asıl konuşma ve yazma sebebimiz, ülkede artık her gün duyduğumuz cinayet haberlerine verilen tepkiler. Bu haber ve olaylarda elbette toplumun büyük bölümü üzüntü, endişe, korku ve öfke gibi çok insanî tepkiler verirken az bir kısmı da mağduru ötekileştirmeyi dinî kurallar üzerinden öyle yapıyorlar ki yüzlerce yıldır devam eden dini anlama ve anlamlandırma çabalarının üzerine bir balyoz gibi iniveriyor.

Bu söylemler ve sahipleri dediğimiz gibi az. Gerçekten buna inanıyorum. Ama az olmaları iğrençliklerinin üzerini kapayamıyor.

Sinek küçüktür ama mide bulandırır.

Bir baş soğanın koca bir kazanı kokutması gibi bu insanlardan öyle pis ve lanet bir koku yayılıyor ki toplumun her kesiminin üzerine sinen bu rezaleti nasıl temizleyeceğimizi bilemiyoruz.

Bir kadın ölüyor.

Bir yaşam kayıyor ellerden efendiler.

Hanımlar ve beyler!

Koskoca bir ömrü bir şeytanın kanlı ellerinden kayarken görmek hiç mi acı vermiyor ruhunuza?

Kendi ana ve bacılarınızın bir gün o sokaktan geçmek zorunda olma ihtimalini aklınıza getirmeyecek kadar mı küçük metrekarelere hapsettiniz kadınlarınızı? Bu kadar mı güveniyorsunuz hayata?

Ve bu güven ve barbarlıkla mı diyorsunuz “Ne işi varmış orada?” diye. Yoksa siz alçaklık ve şerefsizliğinizi doğarken getiren birer şeytan mısınız?

Sizler, Peygamber’in dahi müdahale yetkisi olmayan konularda kendinizi Allah’ın Resûlü’nden üstün  görerek mi diyorsunuz “O da onu giymeseydi” diye?

Yoksa o eteği, bluzu, elbiseyi giydi diye tahrik olduğunu söyleyerek mahkemede indirim talep eden salyalı alçak şeytanlara hak veren birer şeytan hizmetçisi misiniz?

İnsanın, bir başkasının hakkını savunması için aynı olayın kendi başına da gelme ihtimalini göz önünde bulundurmasına hiç gerek yok. Ama bunu bile tahayyül edemeyip empati ve diğergamlıktan yoksun yaratıklara dönüşen ve bu kapitalist dünyanın acımasızlığı ve bencilliğini yüzümüze bir tokat gibi çarpan bu haysiyetsizlerin daha ne bahanelerle zulme, tecavüze ve katle uğramış nice mazlumlara savurdukları nankör kırbaçları daha fazla anmaya dilim, elim, gönlüm ve gücüm elvermiyor.

Biz, kelimelerin ve sözün kutsallığını savunanlar olarak, insanı diğer canlılardan ayıran konuşabilme ve beyan kabiliyetinin böyle hiçbir hayvana yakışmayacak kötülükte kullanılması karşısında kanatları yorulmuş kuşlar gibi kırgın hissediyoruz.

Ancak kanatlarımızdan başka pençelerimiz de olduğu için bu uzvun da hakkını vererek “had bilmeyene haddini bildirmek vaciptir” düstûruyla hareket ederek yazıp, çizip, konuşup, bağırıp insanın ve yaşamanın kutsallığını savunacağız.

Bunu yaparken aynı zamanda vicdanın yüceliğini de haykırmış olacağız.

Ve bu dünyada vicdanlıların da sesi en az vicdansızlar kadar gür çıkacak.

Senden olmayanı hor göremezsin, öldüremezsin, zulmedemezsin!

Senden olmayanın uğradığı zulme sessiz kalmak da bahane üretmek de “dilsiz şeytan”lıktır!

Sen, içindeki kötülüğü dışa vurma cesaretini ahrete kadar şefkatle gönülleri fethetmek için gönderilmiş dinin şemsiyesi altına girmekle bulamazsın!

Alemlere ve asırlara rahmet olan o Peygamber’in ümmeti olduğunu söyleyerek yaptığın zulümlere bu “rahmet pınarı”nı alet edemezsin.

Boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağına inandığımız o günde bu zulümlere bahane üretmenin de hesabı sorulacak elbette.

Kula kulun soracağı soruları sorabilirsiniz ancak. Kim ki kula Allah’ının sorabileceği soruları sorma cüretini göstermişse zulmüyle yıkılıp gidecektir.

Peygamber Efendimiz’in “Kalbini yarıp da baktın mı?” azarına muhatap olmak mı istiyorsunuz?

Siz kimin iman edip etmediğine dair yorumda dahi bulunamazken kimsiniz ki insanların ölümü hak edip etmediğine hayat tarzlarına göre karar veriyorsunuz? Kimsiniz, kim?

Okurlarımdan özür dilemem gerek belki de. Ancak beni mazur görün çünkü bu sefer yazmak, konuşmak değil haykırmak istiyorum.

Her zaman yaptığımız gibi sorunla ilgili tespit ve tepkilerden sonra çözüm sunacağız elbette.

İlk ve en etkili çözüm olarak çocuklarımızı yetiştirirken vicdan koyacağız içlerine. Tertemiz, duru, ama’sız fakat’sız vicdanlar…

Önce vicdan, sonra vicdan hürriyetiyle tanıştıracağız onları.

Meslekleri ne olursa olsun vicdanlı insanlar olacaklar.

İşte o zaman çalmaz, yemez, yalan söylemez, zulmetmez, kırmaz, öldürmezler. İşte o zaman ne yaparlarsa yapsınlar tertemiz kalırlar.

Burada da en önemli görev kadınlarımıza düşmektedir.

Milleti ve memleketi için dünyadaki tüm kadınlardan daha çok cefa çekmiş ve fedakârlık göstermiş Türk kadını, 21. yüzyılın neslini yetiştirmekte de üzerine düşeni fazlasıyla yapma kudretine sahiptir.

Türk kadını evlatlarını yetiştirirken bir bahçıvan kadar titiz davranacak, kendisinden öncekilerin dikkatsiz ve hoyratlığını fark edip gelecek nesillere bunun aktarılmasının önüne sahip olduğu ilim ve irfanla set çekecektir.

Yetiştireceği Türk çocuğunun evvela vicdanlı olmasını sağlayarak hem karşı cinse hem de “öteki” potansiyeli olan herkese karşı evvela merhamet nazarıyla bakmayı öğretecek. Böylece geleceği şekillendirecek nesillerimiz şeytana karşı merhamet umdukları Allahlarının yeryüzündeki şerefli halifeleri sıfatıyla “öteki”ne karşı da şeytanlaştırma değil merhamet yoluna gidecekler.

Analarımızın özverili ve zaman zaman geleneğe meydan okuyan bu tutumlarından sonra ana kucağından sonraki eğitim yuvaları okullarımız da “öteki”ni tanıtarak ötekileştirmemeyi öğretmeliler.

“İnsan, tanımadığının düşmanıdır.” sözünü akıldan çıkarmadan okullarımız, her türlü öğrenme biçimini kullanarak çocukların ve gençlerin dünyayı tanıma yolunda yardımcı ve tavsiye verici olmalılardır.

Türkiye, tarihinde sırf “öteki” taraftan olduğu için birbirini öldüren nice genç zihinlerini kaybetti. Ülkenin en aydın zihinleri ve tertemiz canları kaldırımlara yığılan cansız bedenlere dönüştüler. Memleketin dört bir tarafından gelen gençler birilerinin emelleri üzerine kurulmuş menfaatler için gösterilen hayallerle kandırılıp ellerimizden kaydı.

Sadece ana-babalarının gönderdiği üç beş kuruş harçlıkla karınlarını doyuran gençler, bugün adı bile unutulan hayaller uğruna can verirken aslında olan koca bir ülkenin parmaklarımız arasından kayıp gidişiydi.

Şimdi bu makus tarih ve talihe sahip bu memleket gencecik kızlarını, aydınlık kadınlarını ahlaksız şeytanların kirli hisleri uğruna kaybetmeye göz yumamaz, yummayacaktır.

Dünyayı öküzlerin boynuzları üzerinde duruyor zannedenler bilmelidir ki dünya kadınların omuzları üzerinde yükselmektedir. Bu sebeple ki adice katledilen, alçakça ruhî ve bedeni tecavüzlere uğrayan her kadında bir deprem daha yaşamaktayız.

Bugün ayakta kalmak istiyorsak lüzumsuz ve bin yıllık tozla kaplanmış tartışmaları bırakıp geleceğimizi kurtarmak için birer ahlak, toplum ve vicdan sorunu olan cinayet ve tecavüzlerin önüne geçmeliyiz.

Türkiye’nin bina problemi yoktur Türkiye’nin kafa problemi vardır. Kafa inşa edemeyenler bina inşa ettiklerinde o binalar boş kafaların üzerine bir bir yıkıldığında elden giden yine Türkiye olur.

Ahmet Şahin TOPBAŞ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende