Ana içeriğe atla

Gerçek Şeytanlar ve Şeytanlaştırdıklarımız-1



Eûzübillâhimineşşeytanirracîm bismillâhirrahmanirrahîm.
Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım. Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla….

Kovulmuş şeytan…

Ve kovulmuş şeytanlar…

Ve şeytanlaştırdıklarımız…

Müslümanlar, dinlerindeki ilk emrin ‘‘OKU!’’ olduğunu bilirler. Ve Müslümanların kitaplarındaki ilk sure, Rahman ve Rahim isimleriyle Allah’ı anarak başlar. Bu iki isim de ‘‘merhameti çok olan’’ demek.

Yani Müslümanlar, okurken evvela Râb’lerinin merhametine sığınırlar.

Şeytan ve onun türevlerine karşı.

Şeytan tek ve bir midir?

Hayır!

Şeytan ve onun hizmetçileri her yerde her köşe başında ve her bir koltukta olabilir.

Büyük kapılı odalarda saklanan şeytanlardan küçük kapılı hücre ve mazgal şeytanları feyz alırlar. Ve nihayetinde şeytanlık bir virüs gibi kuşatır çevremizi.

Bir de şeytanlaştırdıklarımız var.

Bizden olmayanı, bizim gibi düşünmeyeni şeytanlaştırırız ve o şeytanlaştırdıklarımız üzerine korkular inşa ederek ondan nefret ederiz. O şeytanlar, bizim şeytanlarımız; kalplerimizin ve ruhlarımızın derinliklerinde hem korkunun hem de küçümsemenin muhatabıdırlar.

Dolayısıyla onlara karşı hislerimizde hem bir karmaşa hem de bir sistematik görünür. Düzensizliğin yarattığı düzen denir buna.

Örneğin; insanoğlu kurttan çok korkar bu yüzden ona ‘‘canavar’’ der ama aynı zamanda küçümsemek için solucan benzeri canlıya da ‘‘kurt’’ demiştir.

Şeytanlaştırdıklarımızdan sonra bahsedeceğiz, şeytanlardan sonra.

Evet, gerçek şeytanlar her bir köşe başında, her bir sokak sonunda, zaman zaman aydınlıklar içinde ruhlarındaki karanlıkları ansızın ortaya çıkarmak üzere gizleyerek aramızdalar.

Şeytan, tüm kötülükler ve karanlıkların timsalidir. Ve gittiği yere kötülük, çirkinlik, canavarlık, ihanet, kibir ve pislik götürür.

Şeytanlar bugün bir çiçeği kopardı, bir gülüşü soldurdu, bir nefesi kesti. Dün de yapmışlardı ve maalesef yarın da yapacaklar. Çünkü bunlar, karanlık ruhlu şeytanlar ve tabiatlarında bu var.

Yine de önlenebilir mi? Evet, önlenebilir!

Zaten önlemeyenler bu vahşetin ortakları.

 Görünürde bir cani olsa da bu vahşetin ortakları var, elleri kanlı. Ortakları toplum içerisindeki herkes olabilir, siz de olabilirsiniz. Şiddeti özendiren, kas gücünü bir başka insana karşı emek haricinde üstünlük olarak kabul eden, erkekliği kadınlığın karşısında konumlandıran her biriniz, her birimiz bu vahşetin ve bu cinayetin ortakları olabiliriz, olabilirsiniz.

Anneler, babalar, amcalar, dayılar, öğretmenler…  Dünyaya tertemiz gelmiş zihinlere ve kalplere hayatı öğretme görevi verilmiş herkes bu cinayetin müşterek faili olabilir.

İşte bu yüzden şeytanlar diyoruz, bir caninin bir şeytanın yetişmesine hizmet etmiş onlarca şeytan.

Çoğunlukla mükemmelen hazırlanmış kanunları cehalet, korkaklık veya  başka sebeplerle işletemeyen hakim ve savcılar da kanunların caydırıcılık özelliğini yitirmesine sebep olarak binlerce şeytanın türemesine sebep olurlar.

Şeytanlara karşı iki kalemiz, iki burcumuz, savunma hattımız var:

Cehalete karşı eğitim, cesarete karşı hukuk.

Eğitim; en başında insandaki vahşet duygusunu kanalize etmeye yarar.

Hukuk; halen budanamamış, törpülenememiş ayrılamamış çürüklerden önüne gelenleri keskin ve tavizsiz kılıcıyla cezalandırırken henüz ortaya çıkmayanları ise planlarından caydırır, vazgeçirir.

Eğitimin bu yönünü kavrayamamış, hukuku böyle uygulamayanlar da bu cinayetlerden ve vahşetten sorumlu mudur?

Bence evet.

Bunlar üzerine söylenecek ne varsa söylendi zaten, bundan sonra ne söylense tekrar edilmiş olur. Ama eğitimciler ve hukukçular görevlerinin önemini burada kavramalılar.

Dedik ya söylenecek ne varsa söylendi diye. Bugün toplum başka bir şeyin daha farkına varmaya başladı. O da izlediklerimizin üzerimizdeki etkisi. Bu konuda yeni yeni tartışmalar yapılmaya başlandı.

Evet, sinemanın keşfi yüzüncü yılını dolduralı çok olmadı. Ve o günlerden beri propaganda aracı olmaya yatkınlığı tartışılıyor. Ama sinemanın keşfinden bu yana izlencelerdeki çeşitlilik ve imkanlar, insanoğlunun beklentisinden çok daha hızlı gelişti. Ve elbette ki hukuk ve ahlak inşası için gerekli süre bundan çok daha fazlaydı. Dolayısıyla bu izlencelerin üretim ve tüketimi sırasındaki hukuki ve ahlaki kuralların oluşması uzun sürdü ve bugün aslında tam da bunların dönüşüm geçirmesi gerektiği noktada duruyoruz.

Milletimiz artık şunun farkında; onlarca yıldan beri ‘‘kötüyü ve onun kötü sonuçlarını gösteriyoruz ki yapılmasın’’ yalanlarıyla ekranlardan sızdırılan şiddet, iddia edilenin aksine şiddeti azaltmıyor, artırıyor.

Ölüm artık çok kolay telaffuz ediliyor, öldürme ve şiddet sahneleri artık adeta birer kullanım kılavuzu halini almış durumda.

Bugün öyle cinayetler ve cinayet sonrasında cesetlere yapılan öyle şeyleri görüyor, okuyor ve dehşete kapılıyoruz ki…

Bunlar esasen tek bir insan zihninin almayacağı ve planlayamayacağı  şeyler ama ekranlarda gösterilen yüzlerce vahşet sahnesi sayesinde tariflerini izlemek mümkün.

İnsanlar arasında ilişkinin sansasyonelliği her zaman reyting getirdi. Bu sadece sinema/televizyonda değil insan zihninde dahi geçerlidir. Kötü olaylar daha kalıcı ve ilgi çekicidir.

‘‘Bir musibet bin nasihatten yeğdir’’ atasözü ve daha fazlası bunun örneğidir.

Ancak reyting uğruna bu tip sahne ve senaryoların vahşete büyük katkı sağladığı hem istatiksel olarak hem de maşerî kanaatte kesinleşmiş durumda.

Ayrıca bu sahnelerdeki artışın tek sebebi reyting kaygısı da değil bana göre. ‘‘Ahlaki yapı’’ dediğimizde yalnızca cinsellik anlaşılmadığında görülecektir ki toplumdaki ahlakî yapıyı bozma ve başkalaştırma planlarının her ülke ve millet için işler durumda olduğu açıktır.

Dolayısıyla insanın doğası gereği içinde bulunan saldırma güdüsünün, dizi/film ve bazı oyunlarla programlı şekilde kanalize edilerek şiddet kültürünün toplumsal hafızaya yerleştirilmeye çalışıldığı kanaatindeyim.

Neticede kaos bir çok şeyin üzerini örter ya da görünmez kılar.

Düşünelim; acaba bugün konuştuğumuz cinayet haberleri haricinde ülkemizde ve dünyada ne gündemler var?

Ayrıca kaos, toplumları birbirine düşürmede de en kuvvetli araçlardan biridir. Geçmişte ülkemizde olmaz denilen nice konuda yaşanan ayrılıklar görüldü. Bugün de en olmayacak ve tutarsız ayrılığı savunan bir kesim var: kadın-erkek ayrılığı. Ve bu kesimin karşı tarafı reddedişinin en temel kaynaklarından biri, mevcut toplumsal şiddet.

Çok uzakta değil telefonunuzda olan herhangi bir sosyal mecrada birkaç ‘‘tık’’ sonrasında  bunu rahatlıkla görebilirsiniz.

Peki ne yapılmalı?

Elbette ki en başta belirttiğimiz gibi eğitimciler ve hukukçular şikayet ettikleri konulardaki etkin’liklerinin farkına varacak. Bu konuda en genel şekliyle vereceğimiz cevap bu olabilir.

Ekranlardaki programlı şiddete ise çözümümüz, talebi azaltmak. Toplumsal olarak azaltmak, bireysel olarak ise sıfıra indirmek.

Romantik dizilerde sahne aralarına sıkıştırılan şiddeti genç ve ergenlerin ‘‘ama o çok seviyor, bu yüzden yapıyor’’  gibi bahanelerle meşru görmekten vazgeçmesi gerek. Bu kararında onların öncüleri elbette yetişkinler olacak ama dünya her yeni nesle bir önceki nesilden daha çok umut yükler. Bu sebeple bu konudaki dik duruşu ve “elinin tersiyle itme” yi gençlerden beklemekte haklıyız.

Ayrıca şiddet ve rızaya dayanmayan her harekette “helal olsun, erkek adam böyle olur!” , “bak kolundan tuttuğu gibi…” veya “işte seven adam/ kadın ya nasıl da kıskanıyor/kızıyor/bağırıyor…” gibi kadın erkek fark etmeksizin her türlü şiddeti meşrulaştıran ve  onaylayıcı cümleleri kullanmayı acilen bırakmalı ve bunu savunanlara da karşı durmalıyız.

Özellikle yaşları daha küçüklerin, başka bir deyişle Z kuşağının kullandığı instagram’da şiddet içerikli sahneler bu tür ifadelerle servis edilmekte. Ve koca bir nesil; aşk, sevgi, mutluluk gibi kutsallığı tartışılmaz duyguları böyle pespaye, sapık ve rezil hareketlerde aramaya yönlendirilmektedir.

(Kıskanma hakkında ayrıca bir yazı yazacağım.)

İzlemeyeceğiz!

En büyük çözüm bu. ‘‘Onu zaten onaylamıyorum ben başka karakter için izliyorum’’ gibi bahanelerin ardına sığınmadan, net bir tavır koyacağız.

Büyük değişimler ve zaferler net ifadeler ve keskin kararlarla alınır, elde edilir.

Şiddet sahnesinde her ne surette olursa olsun yer almış oyunculara karşı sosyal tavır alacağız. Bir kadını yerde sürüklemeyi kabul etmiş ya da yerde sürüklenmeyi kabul etmiş her oyuncu bu tepkiyi görmeli.

‘‘Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın!’’ diyen Mustafa Kemal’in ülkesinde hiçbir kadın yerde sürüklenemez, rol icabı dahi olsa.

Farkındayım, sanatta yaşamdan her sahne vardır ama bahsettiğimiz ve istediğimiz toplumsal dönüşüm için gerekli önlemleri almak zorundayız. Zaten bahsettiğimiz önlemler, yasaklama şeklinde kolaycı bir çözüm değil, toplumsal bir bilinç inşa etmek yönünde. Dolayısıyla samimi niyetle kötü yanını ve sonuçlarını gözler önüne sermek için gösterilecek bir şiddet sahnesinde de sınır net şekilde çizilmeli, ‘‘kocamdır/aşığım döver de sever de’’ gibi mesajlar çıkarılacak yanlış anlamalardan uzak durulmalı.

Son ve özet olarak şunu söyleyelim;

Şiddetin kime ve ne sebeple uygulanırsa uygulansın her şekilde karşısında duruyoruz.

Şiddeti meşru gören her türlü eğitime ve yargı kararına karşı duruyoruz.

Şiddeti toplumsal kaosa çevirmeye ve cinsiyetler arası ayrışmaya malzeme yapmaya niyetli her türlü söyleme karşı duruyoruz.

Şiddetin her türlüsünü olağan ve meşru gösteren her türlü yayın ve yapıma karşı duruyoruz.

Aşkı, sevgiyi, aile olmayı, maddi zenginliği şiddetin üstünü örten birer araç olarak gören ve gösteren herkese karşı duruyoruz.

Şiddetin karşıdakini alt etme yöntemi olarak kullanılmasına karşı duruyoruz.

Ve son söz olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleriyle bitirelim:

“İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki; bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki; bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?”

“Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir.”

AHMET ŞAHİN TOPBAŞ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

aslında insan…

  Bir kadına ikinci kez baktıran nedir? Bir çiçeği ikinci kez koklatan… ? Güzellik duygusu… Fakat biz bu güzelliği sahip olma duygumuzla kirletir miyiz? Bir çiçeği koparmak yahut bir kadına ilan-ı aşk etmekle onu lekelemiş mi oluruz? Belki evet… Fakat biz bu şekilde lekelemesek ayın bir günü, günün bir saati bu iki güzellik de bir şekilde kirlenecek midir? Muhakkak… Demek ki kirleneceğini bile bile bu güzellik duygusunu vuslata dönüştürme isteğinin içimizde bir yerlerde uyanması ve karşı konulamaz bir şekilde usul usul yanmasının bir açıklaması olmalı. Bunun tek açıklaması; bu mukadderatın en azından bildiğimiz, nispeten yönetebildiğimiz, bizden bir parça ile yaşanmasının verdiği huzurdur. Biz aslında bu huzura talibizdir. İçimizdeki aşkın muhattabı bu huzurdur. Aslında bu huzurun yaşanacağı zamandır. Bu açıdan, “aslında insan, zamana aşıktır” diyebilir miyiz? İnsan zamana aşıktır. Bu kadar soyut ve tutamadığımız için adeta delirdiğimiz bu “şey”in bir anda cisimlenivermesi bizi öyle bi

23 Nisan, Millî Bilinç ve Çocuk Bayramı Üzerine Düşünceler

Bundan tam 102 yıl önce bütün milletin umudunu omuzlarında taşıyan bir heyet, ulusun son çare olarak kendilerine yüklediği görevin bilinciyle evvela Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Cuma namazını eda edip o güne kadar ki tüm yollar gibi zorlukla tadilatını yaptıkları binaya dualar, tekbirler, ve uğurlarına kesilen kurbanların ardından giriş yaptılar Bugün, adına misyon ve vizyon dediğimiz ama o gün mefkûre, ideal, dava ve çare olarak görülen rota, daha ilk oturumda yapılan ilk konuşmada ifadesini meclisin en yaşlı üyesi Şerif Bey’in sesinde buluyordu: “Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış bağımsızlık yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığını bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum.” Şimdi; bu konuşmayı meclisin açılışında dahi bağımsızlığın bir yazgı, değişmez bir kader olarak görüldüğüne, meclisin bu yazgıyı bizatihi yüklendiğine, bunun bir danışma meclisi veya adeta noterler kurulu olarak değil bizzat yönetme yetkisi ve iştiy

Ey Sevgili

  Ey sevgili, Herkesi gönderdim, artık yalnız sen ve ben… Herkesi birer birer gönderdim, bazılarını yarı yolda bıraktım, bazılarını kızarak, bazılarını bağıra çağıra, bazılarını mecbur bırakarak, bazılarını nazikçe, bazılarını korkakça, bazılarını cesurca, bazılarını ise severek… Ama herkesi gönderdim. Yalnız sen ve ben varız. Herkesten ari, herkesten uzak, şehirlerin ortasında yalnız bir adamım artık. Herkese çizdiğim çiçekli yollar aslında benden adım adım, milim milim, saniye saniye uzaklaştırmak içindi. Tüm kalabalıkların içinde; tüm korna seslerinin, aceleci adımların, kahkahaların, sevgi ve nefretlerin, aşkların, kıskançlıkların, ölüm ve yaşamların, coşku ve hayal kırıklıklarının içinde ikimize bir ağaç gölgesinde kuytu bir köşe yarattım. Senin inadına “yarattım” diyorum, çekesin diye nazımı. Kimse kalmadı; elele, diz dize, göğüs göğüse, dudak dudağa biz kaldık. Ağlasam ıslanır ellerin, kıpırdasam hissedersin, fısıldasan duyarım. Ah bir fısıldasan… Sende