Haydi kalk!
Bir insan hiçbir harfin telaffuzunu kaçırmaksızın kaç kez ‘‘kalk’’ diyebilirdi?
Bir babaanne ne kadar vicdansız olabilirdi?
Uykum öylesine kusursuz bir vicdansızlıkla bölünüyordu ki hem tüm dilbilgisi kurallarına uyuluyor hem de ses tonu, karşısında hiçbir uykunun duramayacağı ve en kesif alarmlara taş çıkarırcasına yükseliyordu.
Her sabah kimi zaman tatlı rüyalarımı kimi zaman bomboş ama deliksiz uykularımı bölen bu sesi yıllar sonra -her sabah- özleyeceğimi söyleseler, o gün bildiğim en ağır geçiştirme cümlesiyle cevaplardım: ‘‘Hadi ordan!’’
Tavanı, tam da yatağımın olduğu kısmı Güneşi bile sıvayabilecek kalınlıktaki boyalara karşı onurlu inadını devam ettiren rutubet sarılığıyla süslenmiş odamda, duyanların ‘‘Sen nasıl uyuyorsun burada?’’ diyecekleri kadar güzel sesli derin dondurucumuz hala çalışmaya devam ediyordu. En mantıksız ninniye bile bin basacak kadar uyutucu etkiye sahipti oysaki benim için.
Eskiden salondayken şimdi evin en arka odasında ancak yer bulabilmiş ve ülkesine yenilgiyle dönen bir komutan kadar mağrur halım, ilk oyuncaklarımın gönülsüz stabilizesi olmaya katlandığından mıdır bilmem bana hep sevimli gelmiştir. Bu sabah da mutfağa giden yolum olma şerefine nail olacaktı.
Odamın yanındaki mutfaktan gelen çay sesi ve en favori kahvaltılığım olan baharatlı yoğurdun utangaç kokusu, yataktan kalkmamı kolaylaştırmıştı. Ancak yemekten önce bir görevim vardı: yüz yıkamak.
…
Boyum kendimi görmeye yeteli fazla sene geçmemiş yüksek aynada, yüzümden akan damlacıkları izlerken düşündüm: ‘‘Bugün de fena değilim.’’
…
İçimizdeki güzellikleri hissetmeye bizi zorlayacak kadar çiçeklerle bezenmiş muşamba örtülü masamızdaki kahvaltımı bitirmek için çayımı hızla kafama dikerken, ciğerimin yangını sırasında, gözüme küçükken masa örtüsüne bıçakla attığım çizik ilişti.
Yıllanmış eşyalar bu yüzden kıymetliydi belki de. Hatalarımızı, sevinçlerimizi zihnimizin derinliklerinden çıkarıp yaşadığımızı hissettiren şey’ler…
“Evet be, ben de bu dünyada şu kadar sene yaşadım ve bu da benim kanıtım!’’ diyebilmenin çekici kudreti…
O dönemler, öğretilmeye çalışılan günlük alışkanlıklara karşı tavrımı sürdürdüğümün alametlerinden biri de çantamı akşam yatarken değil, okula gitmeden hemen önce hazırlıyor oluşumdu. Kendimi övmeyi sevdiğim için söylemiyorum ama bu alışkanlığın hiçbir zararını görmemiştim. Bu arada o zamanlar -ilginçtir- kendimi övmeyi hakikaten sevmiyordum. Ama ileride çok ihtiyacım olacaktı.
…
Geç kaldım, yine yeni yeniden…
Bugün anlamsız bulduğum ama o zamanlar okula giderken yapmak zorunda hissettiğim bir şeydi koşmak. Geciktiysem geciktim. Boğazım yanacak kadar nefes nefese kalmaya, günün startının verildiği ilk anda bu kadar terlemeye değer mi?
…
Okulun kapısına geldiğimde omuzlarım düştü. Yine İstiklal Marşı okunmuş, sınıflar birer birer okula girerken yetişebilmiştim. Allah verse de hiçbir hocaya yakalanmadan araya kaynayıp sınıfıma sıvışabilsem. Ama olmadı tabi.
Anadolu’da kadınların sıkça kullandığı ‘‘Bende şans olsaydı anamdan oğlan doğardım.’’ Sözünü o günlerde halen öğrenmemiş olduğum için sadece ‘‘eyvah’’ ve ‘‘tüh!’’ diyebildim.
Okulda hiçbir dersine girmediğim ve belki de bu yüzden kendisinden özel olarak çekindiğim öğretmenlerden İkbal Hoca bugün nöbetçiydi ve anamdan oğlan doğmuş ben bile hocaya yakalanmıştım.
Gün harika başlamıştı (!)
Kısa boylu, tehlikeli kiloda, saçlarını her daim atkuyruğu bağlamaya alışmış, ‘‘acaba gülüyor mudur’’ ‘‘gülse nasıl gülerdi’’ diye derin hayallere sürükletecek kadar çatık kaşlı görmeye alıştığımız, rahmetli Turgut Özal’la aynı çene yapısına sahip ve her şeyden ama her şeyden hatta o an kâinattaki birçok şeyden önemlisi elinde uzun ve okkalı bir cetvel olan İkbal Hoca sıraya dizdiği öğrencileri bir bir sorguya çekiyordu.
‘‘Senin neden kravatın yok, senin neden hırkan yok, bu saçın hali ne böyle, neden geç kaldın?’’
Evet, son soru banaydı…
Esasen bu soru en tuzu kuru olandı. Çünkü biraz önce kravatını sorduğu çocuk Yasin, sınıf arkadaşımdı ve Yasin’in geçen cumaki haylazlığı, kravatının yırtılmasıyla yerini mahcup bir sessizliğe bırakmıştı. Pazartesi günü kravatsız geldiğine ve henüz ayın sekizi olduğuna göre, tek maaşla -biri üniversitede- üç çocuk okutan babasının yeni bir kravat alması için Yasin’in bir hafta daha saklambaç oynaması gerekiyordu. Bugünkü mecburi ‘‘ebe’’ye bu durum anlatılamadı tabi ki ve cevap ‘‘unutmuşum hocam’’ oldu.
İkinci sorunun muhatabı da Yasin’den çok da farklı olmayan sebeplerle okulumuzun hırkasını giymeme ‘‘cüret’’ini göstermiş karşı sınıftan Eda’ydı.
Saçı başı dağınık olan Enes’e üzülmedim. Bence bu çocuk tarak nedir bilmiyordu. Hatta saçlarının doğduğundan beri aynı dağınıklıkta olduğuna yemin edebilirim. Haylazın tekiydi. İnşallah sanayici olmuştur.
Sıra bana geldiğinde ben deney yapıyordum. O aralar Okay Tiryakioğlu’nun Yavuz romanını okuyordum ve tam da o günlerde Yavuz Sultan Selim’in bakışlarındaki ateşli caydırıcılığı gözünü kırpmadan uzun süre koruyabilmesinin betimlendiği yerlerdeydim.
Ani bir şimşekle bunu denemeye karar vermiştim.
Malum soru geldiğinde bakışımı yüzüme oturtmaktan cevap vermeyi unuttuğum için sevgili(!) öğretmenimiz ‘‘oğlum cevap versene’’ diye ricada bulunmuştu. Kızgın ve geçiştirmek isteyerek ‘‘uyuyakaldım’’ dedim.
‘‘Ne dik dik bakıyorsun?’’ sorusuna ise cevap vermedim. Bu, o yaşlarda benim için cesaretti.
On üç yaşında bir çocukla otuzlarına ‘‘güle güle’’ demiş birinin iki kişilik en uzun süre gözünü kırpmama yarışını ben kazanmıştım.
Bu, sonraki kavgalarımda alacağım zaferlerin ilkiydi.
‘‘Sizi evinize geri gönderirdim ama neyse, haftanın ilk günü affediyorum.’’
Gerçekten anlamlandıramadığım iki şey vardı;
Biri, halden anlamamaktı.
Yani birinin kravatının olmaması birinin okulun takımını tamamlamamış olması eğitim almasına engel miydi? Sebebi besbelli fakirlik olan bu iki eksiğe bir öğretmen bu kadar mı yabancıydı? Öğrenim hayatım boyunca onlarca kez karşılaştığım benzeri durumlar beni hep öfkelendirmişti. Okulu bir sirk gibi algılayıp sadece bir hayvan gibi eğitime odaklanmak nasıl bir ruh halinin yansımasıydı? Disiplin elbette olmalıydı ama kurallar insanlara gurur kırıcı mecburiyetleri dayatmak için konulmamıştı. Yıllar sonra hukukçu olduğumda da böyle kurallardan hep tiksindim.
İkincisi, eve gönderme cezasıydı.
Daha en fazla on dört yaşında olup okulu bir mecburiyet ve zulüm olarak gören bizlere verilecek eve gitme cezası hakikaten bir ceza mıydı? Kim istemez ki evde olmayı? Ödül gibi bi’şey…
Amaç eğitimse zaten saçma. ‘‘Ulan madem okula böyle geldin, gir şimdi!’’ diye ve polis otosuna bindirirmişçesine derse sokulmalı bence kurallara uymayan.
Ceza dediğin böyle olur. Biraz inovatif bakış açısı…
Bunları düşünerek sınıfıma yürüdüm, kapıyı çaldım, içeri girdim. Mesleğini sevmediği her halinden belli Leyla Hoca geç kâğıdı istemek şöyle dursun, yüzüme bile bakmamıştı sağolsun.
Sınıf da alışmıştı benim geç gelmelerime. O yüzden kimse umursamadı.Sınıfta gözüme gözlerini ışıltıyla diken tek kişi vardı; bu okula, bu sınıfa ve ileride bir süre bu şehre tahammül etmek için tek sebebim olacak ve Winnie’ye benzettiğim en yakın arkadaşım, İbrahim.
Ahmet Şahin TOPBAŞ
Yorumlar
Yorum Gönder